• Eğitim sadece okula gitmek ve bir derece kazanmakla ilgili değildir. Bilginizi genişletmek ve yaşam hakkındaki gerçeği almakla ilgilidir. – Shakuntala Devi

A'râf Suresi Tefsiri

Kemal Ayhan

Administrator
Yönetici
A'râf Suresi

Hakkında​

Mekke döneminde inmiştir. 163-170. âyetlerin Medine döneminde indiğini söyleyen âlimler de vardır. 206 âyettir. Sûre, adını 46. ve 48. âyetlerde geçen“el-A’râf ” kelimesinden almıştır. “el-A’râf ”, yüksek yerler, yüksek mevkiler demektir. Sûrede temel konu olarak, ilâhî vahyin doğruluğu ve vahye duyulan ihtiyaç işlenmektedir.

Nuzül​


Mushaftaki sıralamada 7., iniş sırasına göre 39. sûredir. Sâd sûresinden sonra, Cin sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. 163-170. âyetlerinin Medine’de indiği de rivayet edilir. Âyet sayısı itibariyle Mekke’de inen sûrelerin en uzunudur, Kur’an’da da en uzun sûrelerin üçüncüsüdür. Bu sebeple “es-seb‘u’t-tıvâl” (yedi uzun sûre) arasında gösterilir. Ayrıca En‘âm sûresiyle birlikte “iki uzun sûre” diye de anılır (İbn Âşûr, VIII/2, s. 5-6).



Konusu​


Üslûp ve muhteva bakımından bir önceki sûrenin (En‘âm) devamı gibi görünen A‘râf sûresinde de iman meseleleri, bilhassa âhiretle ilgili hususlarla vahyin önemi, ataları körü körüne taklit etmenin yanlışlığı ve zararları, müminlerle inkârcıların âhiretteki durumlarının mukayesesi, Allah’ın mutlak hükümranlığı, rahmetinin genişliği gibi itikadî konular işlenir. Bunun yanında geçmiş peygamberlerin hayatlarından misaller verilerek onların iman uğrundaki mücadeleleri gözler önüne serilir; sırası geldikçe müşrikler uyarılır; müminlere de sabır ve sebat tavsiye edilir.



Fazileti​


Nesâî’nin naklettiği bir hadise göre Resûlullah, akşam namazının ilk rek‘atında Fâtiha’dan sonra bu sûrenin bir bölümünü, ikinci rek‘atında da kalan bölümünü okurdu (“İftitâh”, 67).
 
A'râf Suresi - 160-161-162 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَقَطَّعْنَاهُمُ اثْنَتَيْ عَشْرَةَ اَسْبَاطاً اُمَماًؕ وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اِذِ اسْتَسْقٰيهُ قَوْمُهُٓ اَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَۚ فَانْبَجَسَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناًؕ قَدْ عَلِمَ كُلُّ اُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْؕ وَظَلَّلْنَا عَلَيْهِمُ الْغَمَامَ وَاَنْزَلْنَا عَلَيْهِمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰىؕ كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْؕ وَمَا ظَلَمُونَا وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
    ﴿١٦٠﴾
  • وَاِذْ قٖيلَ لَهُمُ اسْكُنُوا هٰذِهِ الْقَرْيَةَ وَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ وَقُولُوا حِطَّةٌ وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّداً نَغْفِرْ لَكُمْ خَطٖٓيـَٔاتِكُمْؕ سَنَزٖيدُ الْمُحْسِنٖينَ
    ﴿١٦١﴾
  • فَبَدَّلَ الَّذٖينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ قَوْلاً غَيْرَ الَّذٖي قٖيلَ لَهُمْ فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِجْزاً مِنَ السَّمَٓاءِ بِمَا كَانُوا يَظْلِمُونَࣖ
    ﴿١٦٢﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾160﴿
İsrâiloğulları’nı nesillere göre on iki topluluğa ayırdık. Halkı kendisinden su istediğinde Mûsâ’ya, “Asânı taşa vur!” diye vahyettik. Taştan on iki göze fışkırdı. Her kabile içeceği yeri belledi. Üzerlerine de buluttan gölgelik yaptık; onlara kudret helvasıyla bıldırcın eti indirdik. “Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin” (dedik). Onlar (nankörlükleriyle) bize değil fakat kendilerine kötülük ediyorlardı.

﴾161﴿
Onlara, “Şu şehre yerleşin; orada dilediğiniz gibi yiyip için ve af dileyin; kapıdan eğilerek girin ki hatalarınızı bağışlayalım. İyilik yapanlara ileride ihsanlarımızı daha da arttıracağız” denildi.

﴾162﴿
Sonra içlerinden hakkı çiğneyenler, sözü değiştirip kendilerine söylenenden başka bir şekle soktular. Biz de hakkı çiğnedikleri için üzerlerine gökten bir azap gönderdik.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


İlk âyetin metnindeki esbât kelimesi “torun” anlamındaki sıbt kelimesinin çoğulu olup burada Hz. Ya‘kūb’un on iki oğlundan gelen nesilleri ifade etmek üzere “boy, oymak” mânasında kullanılmıştır. Tevrat’ta verilen bilgilere göre (Tekvîn, 32/28; 35/9-15) Ya‘kūb, İsrâil adıyla da anılmış; onun soyundan gelen bu on iki kuşağa İsrâiloğulları denildiği gibi, Ya‘kūb’un on iki oğlundan dördüncüsü olan Yuda veya Yahuda’nın ismine nisbetle yahudi de denilmiştir. 161. âyetteki şehirden maksat da Kudüs’tür.
Âyetlerde, Mûsâ İsrâiloğulları’nı kendilerine vaad edilen topraklara götürürken kırk yıl boyunca dolaştıkları Sînâ çölünde çektikleri sıkıntılarından, Allah’ın onlara verdiği bazı nimetlerden söz edilmekte; onların bu nimetlere şükür mahiyetinde iyilik etmeleri gerekirken içlerinden bir kısmının haksızlık ve nankörlük yolunu tutup sözü değiştirdiklerine yani Allah’ın buyruklarını bozmaya kalkışarak kendilerine söylenenlerin tersini yaptıklarına, sonuçta zulüm ve günahkârlıkları yüzünden ağır bir musibetle cezalandırıldıklarına işaret edilmektedir (geniş bilgi için bk. Bakara 2/57-61).



Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 611
 
A'râf Suresi - 163 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَسْـَٔلْهُمْ عَنِ الْقَرْيَةِ الَّتٖي كَانَتْ حَاضِرَةَ الْبَحْرِۘ اِذْ يَعْدُونَ فِي السَّبْتِ اِذْ تَأْتٖيهِمْ حٖيتَانُهُمْ يَوْمَ سَبْتِهِمْ شُرَّعاً وَيَوْمَ لَا يَسْبِتُونَۙ لَا تَأْتٖيهِمْۚ كَذٰلِكَ نَبْلُوهُمْ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ
    ﴿١٦٣﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾163﴿
Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor. Onlar, cumartesi tatili yaptıkları gün, avlayacakları balıklar sürüler halinde suyun yüzüne çıkarak onlara doğru gelirken, tatil yapmadıkları günde ortalığa çıkmıyorlar diye cumartesi yasaklarını çiğniyorlardı. Yoldan çıkmaları sebebiyle onları işte böyle sınıyorduk.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Deniz kıyısındaki şehrin, Akabe körfezi sahilindeki Eyle (bugünkü Akabe), Taberiye gölü civarındaki Taberiye, Akabe körfezinin batı kıyısındaki Medyen veya aynı bölgedeki Eyke şehri olduğu yolunda çeşitli görüşler vardır (İbn Atıyye, VII, 186; Zemahşerî, II, 170; Râzî, XV, 36; İbn Âşûr, IX, 147-148). Birçok eski müfessir gibi Muhammed Hamîdullah da buranın Eyle olduğu yolundaki görüşü tercih etmiştir (Le Saint Coran, s. 171).
Cumartesi (sebt, sabbat) yahudilerin kutsal günüdür. Yahudi şeriatında cumartesi haftalık tatil günü olup o gün çalışmak ve dolayısıyla avlanmak yasaklanmıştır. Cumartesi günleri balıklar avlanma yasağı dolayısıyla ürkütülmedikleri için diğer günlere göre daha rahat hareket eder, sahile yaklaşır, su yüzüne çıkarlardı; çalışma günlerinde ise derin sulara çekilirlerdi. Balıkların, insan davranışlarına ne kadar kolay alıştıkları bilinmektedir. Âyette bu sahil beldesinin sakinleri olan yahudiler, söz konusu geleneği ihlâl ederek cumartesi günleri de avlandıkları için eleştirilmektedir. Çünkü onlar bu suretle dinlerinde on emrin dördüncüsü olarak yer alan (Çıkış, 20/8-11) önemli bir kuralı ihlâl etmişlerdir.
Balıkların avlanma yasağının bulunmadığı günlerde uzaklara çekilirken cumartesi gününde akın akın sahile doğru gelip görülmesi, nefislerine ve çıkarlarına düşkün kimselerin iştahını kabarttığı ve avlanma yasağını çiğnemelerine yol açtığı için âyette bu husus bir deneme, imtihan olarak değerlendirilmektedir. Nitekim müteakip âyetten anlaşıldığına göre bazı iyi kimseler yasağı delmedikleri için bu imtihanda başarılı olmuşlardır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 613
 
A'râf Suresi - 164 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاِذْ قَالَتْ اُمَّةٌ مِنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْماًۙۨ اللّٰهُ مُهْلِكُهُمْ اَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَاباً شَدٖيداًؕ قَالُوا مَعْذِرَةً اِلٰى رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
    ﴿١٦٤﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾164﴿
İçlerinden bir topluluk, “Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir azapla cezalandıracağı kimselere ne diye öğüt veriyorsunuz sanki!” deyince onlar, “Rabbiniz katında bir mazeretimiz olsun diye; bir de sakınıp çekinirler ümidiyle” şeklinde cevap verdiler.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Konu hakkında bilgileri bulunan Hz. Peygamber dönemi yahudilerine hitap edildiği için oldukça muhtasar bir üslûp kullanılmakla birlikte, anlaşıldığına göre, söz konusu sahil şehrinin halkı içinde cumartesi tatilinde çalışma yasağına uyanlar da vardı. Onlardan bir kısmı anılan yasağı ihlâl edenleri uyarırken bir bölümü de Allah’ın yıkıma uğratacağı yahut şiddetli bir şekilde cezalandıracağı belli olan bir topluluğu ikaz edip nasihatte bulunmanın boşuna bir çaba olduğunu söylüyor; diğerleri ise, en azından uyarı görevlerini yapmış sayılmak ve böylece Allah katında sorumluluktan kurtulmak yanında, uyardıkları kişilerin hatalarını göstererek durumlarını düzeltmelerine yardımcı olabilecekleri ümidiyle onları uyardıklarını belirtiyorlardı.
Böylece anılan halkın üç tip insan topluluğundan meydana geldiği görülmektedir: a) Allah’ın yasaklarını çiğneyenler, b) Allah’ın hükümlerine uymakla birlikte günahkârların ıslah edilmesi konusunda kötümser olup irşadın yararsız olduğunu düşünenler, c) İrşadın terkedilemez bir görev ve sorumluluk olduğunu, ayrıca bu hususta ümitsiz ve karamsar olmamak gerektiğini düşünenler. Âyetin üslûbundan, en ideal davranışın bu sonuncularınki olduğu anlaşılmaktadır. Şu halde iyi müminler, özellikle ilim irfan sahibi kişiler, kendileri Allah’ın buyruk ve yasaklarına uyarak temiz bir hayat yaşadıkları gibi başkalarının da doğru yola gelmelerini sağlamak için bıkıp usanmadan aydınlatma görevlerini yerine getirirler. Gerçek bir eğitimci ve irşad edicinin kötümser bir yaklaşımla, kötülükleri çaresiz ve şifasız kabul edip bir kenara çekilmesi doğru bir davranış değildir; ayrıca bizzat peygamberler de dahil olmak üzere insanlar bu hususta ne ölçüde başarılı olduklarından değil, bu yolda gerektiği kadar ve gerektiği şekilde çaba gösterip göstermediklerinden sorumludurlar, hidayet ise yalnız Allah’tandır (Bakara 2/272; Nahl 16/37; Kasas 28/56).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 613-614
 
A'râf Suresi - 165 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهٖٓ اَنْجَيْنَا الَّذٖينَ يَنْهَوْنَ عَنِ السُّٓوءِ وَاَخَذْنَا الَّذٖينَ ظَلَمُوا بِعَذَابٍ بَـٖٔيسٍ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ
    ﴿١٦٥﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾165﴿
İşte böylece onlar kendilerine yapılan uyarıları göz ardı edince biz de kötülüğü önlemeye çalışanları kurtardık, haksızlığa sapanları da yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü dehşetli bir azap ile cezalandırdık.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Burada Cenâb-ı Hakk’ın, yukarıda anılan üç grup insandan ikisi için uygun gördüğü muamele zikredilmektedir. Buna göre kötülüğü engellemeye çalışanlar kurtuluş müjdesine mazhar olmuşlar; onların uyarılarını dikkate almayıp Allah’ın hükümlerini çiğnemekte ısrar edenlerin de işledikleri kötülükler sebebiyle “dehşetli bir azap”la cezalandırılacakları bildirilmiş; üçüncü grubun yani kendileri iyi olmakla birlikte kötüleri uyarmayan, bunun yararlı olacağına inanmayan kesimin durumu hakkında bilgi verilmemiştir. Müfessirler bu hususta iki farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Bir görüşe göre kötülüklerle mücadele etmedikleri için bunlar da kötülerin âkıbetini paylaşacaklar, onlar gibi azaba çarptırılacaklardır. Tefsirlerde nakledildiğine göre Abdullah b. Abbas bunlar hakkında görüş belirtmeme yolunu tutmuş (tevakkuf etmiş), başka bir rivayete göre ise bunların da cezalandırılacaklarını söylemiştir. Hasan-ı Basrî’nin de katıldığı söylenen ve bize göre daha mâkul olan diğer bir görüşe göre, “Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir azapla cezalandıracağı kimselere ne diye öğüt veriyorsunuz sanki!” diyerek diğerlerinin işlediklerinin kötülük olduğuna inandıkları için onlar da kurtuluşa ereceklerdir (İbn Kesîr, III, 494-495; Râzî, 15, 39). Râzî, bu görüşün doğruluğunu savunurken, kötülüklere –sözlü ve yazılı uyarı veya eleştiriye ek olarak– güç kullanarak karşı çıkma (nehiy ani’l-münker) ödevinin farz-ı kifâye olduğunu ifade eder.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 614-615
 
A'râf Suresi - 166 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • فَلَمَّا عَتَوْا عَنْ مَا نُهُوا عَنْهُ قُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِـٖٔينَ
    ﴿١٦٦﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾166﴿
Kendilerine yasak edilen şeyler karşısında küstahça diretince onlara, “Aşağılık maymunlar olun!” dedik.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Burada da kötülerin çarptırıldıkları cezaya sebep olarak onların kendi günahları gösterilmektedir. Buna göre onlar, uyarılara rağmen kötülüklerinde küstahça direnmişler, Allah da onlara “Aşağılık maymunlar olun!” buyurmuştur. Allah, bir şey için “Şöyle olsun!” buyurmuşsa o şey kaçınılmaz olarak öyle olur. Bu şekilde Allah’ın söz konusu zümreyi maymuna vb. şeylere dönüştürmesine mesh denir. Kur’an-ı Kerîm’de bu dönüşümün mahiyeti hususunda açıklama yoktur. Müfessirler ise, burada Allah’ın bu buyruğunun, söz konusu isyancı yahudi topluluğunu hem bedenen hem de ruhen gerçek maymun yapan bir buyruk mu, yoksa sadece karakterlerini (tab‘) ve huylarını maymununkine benzeten bir buyruk mu olduğu hususunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Yaygın görüşe göre bu tam bir meshtir. Yani Allah, isyanda direnen bu yahudi topluluğunu en sonunda tamamen maymunlar haline getirmek suretiyle cezalandırmıştır. Ancak bu yorumu, ilmî olmaktan ziyade eski dönemlerin sosyal psikolojisinin bir yansıması şeklinde değerlendirmek ve âyeti bir ‘tür’ değişmesi olarak değil, bir ahlâk ve karakter dejenerasyonu olarak anlamak daha uygun görünmektedir. Mâide sûresinin 60. âyetinde aynı kavmin Allah tarafından maymun ve domuzlara çevrildiği bildirilirken de böyle bir anlam kastedilmiş olmalıdır. Buna göre âyet İsrâiloğulları’nın ahlâkî ve mânevî dejenerasyonuna işaret etmekte olup Kur’an-ı Kerîm, hâkim üslûbu uyarınca, diğer bütün olgular gibi onlardaki bu değişikliği de ilâhî iradeye bağlamaktadır. Tâbiîn âlimlerinden Mücâhid’e kadar götürülen bir yorumda da “Onların kalpleri değişti; (yoksa bedenî olarak) maymunlara dönüşmediler” denmiş; Bakara sûresinin 65. âyetinde geçen “Aşağılık maymunlar olun!” ifadesinin de temsilî bir ifade olduğu belirtilmiştir (Taberî, I, 332; ayrıca bk. Bakara 2/65).
Muhtemelen burada olmayan bir şeyin ilâhî emirle oluvermesinden ziyade, saygın ve erdemli insanlık yolunu seçmek yerine, kendilerini maymunlar gibi aşağılık ve gülünç duruma düşürecek, maskara yapacak davranışları seçmiş ve bunda ısrar etmiş bulunanlara, “Madem böyle olmak istiyorsunuz o halde böyle olun ve böyle kalın!” denmiş olmalıdır.




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 615-616
 
A'râf Suresi - 167-168 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاِذْ تَاَذَّنَ رَبُّكَ لَيَبْعَثَنَّ عَلَيْهِمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ مَنْ يَسُومُهُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِؕ اِنَّ رَبَّكَ لَسَرٖيعُ الْعِقَابِۚ وَاِنَّهُ لَغَفُورٌ رَحٖيمٌ
    ﴿١٦٧﴾
  • وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الْاَرْضِ اُمَماًۚ مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذٰلِكَؗ وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّـَٔاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
    ﴿١٦٨﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾167﴿
Rabbin, kıyamet gününe kadar onlara en ağır cezayı verecek kimseleri üzerlerine göndereceğini bildirmişti. Şüphesiz rabbinin ceza vermesi çabuktur; yine O çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.

﴾168﴿
Onları grup grup yeryüzüne dağıttık. İçlerinden bazıları iyi kimselerdir, bazıları da böyle değildir. Bu sonuncuları, belki dönüş yaparlar diye, iyi durumlarla da kötü durumlarla da imtihan ettik.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Burada genel olarak İsrâiloğulları’nın, Allah’a karşı isyanları ve insanlara karşı zulüm ve haksızlıkları, bozgunculukları sebebiyle kendilerine düşman olan başka insanlardan çektikleri ve çekecekleri sıkıntılara işaret edilmektedir. Taberî’nin kaydettiği rivayetlere göre yahudilere “en ağır ceza”yı verecek olanlardan maksat, onlarla savaşıp müslüman olmayanları cizye vermeye mecbur bırakan Araplar’dır. Bir toplumun bu şekilde düşmanı karşısında mağlûp olup vergi vermek mecburiyetinde kalması “küçüklük ve aşağılık” bir durum olduğu için âyette bu husus “en ağır ceza” şeklinde değerlendirilmiştir (IX, 102-103).
Ancak İbn Kesîr’in aktardığı görüş ve açıklamalar daha isabetli görünmektedir. Buna göre yahudiler, Allah’ın emrine aykırı davranıp isyan etmek, haramları delmek maksadıyla hileler uydurmak gibi kötülükler işledikleri için belirtilen sıkıntılara mâruz kalmışlar, özellikle çeşitli vergi yükleri altına sokulmuşlardır (III, 496-497). Tarih boyunca yahudiler, Asur, Bâbil, Pers, Grek ve Roma’nın yönetim ve hükümranlığı altında bulunmuşlar; çeşitli zulüm ve baskılara mâruz kalmışlardır. Esasen Nazi Almanyası’ndaki yahudi düşmanlığından kaynaklanan ceza ve baskılar dahil olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde ve çeşitli dönemlerde yahudilerin mâruz kaldıkları her türlü sıkıntıları bu âyet çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Tevrat’ta da İsrâiloğulları’nın doğru yoldan sapmaları halinde Tanrı tarafından bu şekilde çetin sıkıntılara uğratılarak cezalandırılacaklarını ifade eden yer yer çok ağır ithamlarla dolu açıklamalar bulunmaktadır (meselâ bk. Tesniye, 28/15-68, 29/22-29, 30/17-18; bilgi için ayrıca bk. Bakara 2/159). Bazı müfessirler, âyetteki “kıyamete kadar” ifadesini dikkate alarak yahudilerin daima sıkıntı çekeceklerine, müslümanların boyunduruğu altında yaşayacaklarına dair beyanlarda bulunmuşlarsa da buradaki “kıyamete kadar” kaydının sadece isyankârlık, fesatçılık gibi kötülüklerde ısrar edenlerle ilgili olduğunda ve bunun “Günah ve isyan devam ettikçe ceza da devam edecektir” anlamı taşıdığında kuşku yoktur. Nitekim âyetin sonundaki “O çok bağışlayan çok esirgeyendir” ifadesi de buna işaret etmektedir. Esasen bir toplumu bu şekilde toptan mahkûm etmek hem aklen ve ahlâken doğru değildir hem de bizzat Kur’an-ı Kerîm’in herkese ve her topluma hak ettiği şekilde muamele edileceğini ve hiçbir kimseye hiçbir şekilde haksızlık yapılmayacağını belirten açıklamalarına, kezâ İsrâ sûresinde (17/4-8) aynı konuya değinen âyetlerin devamında, İsrâiloğulları’nın, Allah’ın kendilerine merhamet edeceğini umabileceklerine ve eğer kötülüklere dönmezlerse Allah’ın da onları tekrar cezalandırmayacağına işaret eden açıklamasına ters düşmektedir. Nitekim iyilerle kötüler arasında bir ayırıma giden 168. âyet ile âhiretin daha hayırlı olduğunu bildirerek insanları akıllarını kullanmaya, dolayısıyla âhirette kendilerine yararlı olacak davranışlar yapmaya çağıran 169. âyet ve Allah’ın, kitaba sarılıp namazlarını kılanların ve genel olarak iyi halli kimselerin ecirlerini zayi etmeyeceğini bildiren 170. âyet de yine ilâhî adaletin mutlak olduğunu, yahudiler de dahil olmak üzere herkesi kucakladığını açıkça göstermektedir.
Yahudilerin bozgunculukları sebebiyle yurtlarını kaybederek dünyanın çeşitli yerlerine dağılmışlıklarını ifade eden 168. âyette her topluluk gibi onların da iyilerinin ve kötülerinin bulunduğu; kötü olanların, tuttukları yanlış yoldan dönsünler diye iyi durumlarla da imtihan edildikleri bildirilmektedir. Bazı müfessirler burada Hz. Mûsâ dönemi yahudilerinden söz edildiğini ileri sürmüşlerse de bu pek mâkul gözükmemektedir. Zira dağılma süreci Hz. Mûsâ’dan sonra başlamıştır. 169. âyetin başındaki “Onların ardından... bir kuşak geldi” şeklindeki ifade de burada İslâm’dan önceki dönemde yaşamış yahudi zümrelerden söz edildiğini göstermektedir. Eski müfessirlerin çoğunluğu, âyetteki “iyi kimseler”den yahudi iken İslâmiyet’e girenlerin, böyle olmayanlarla da Yahudiliğe bağlılığını sürdürenlerin kastedildiğini ileri sürmüşlerdir (Râzî, XV, 42; Kurtubî, VII, 310). Ancak, Kur’an böyle bir belirleme yoluna gitmediği halde âyetin anlamını sınırlamanın doğru olmadığı kanaatindeyiz. Nitekim Taberî böyle bir yorum yapmak yerine, “iyi kimseler” meâlindeki kısmı, “Allah’a ve peygamberlere inananlar” şeklinde daha genel bir ifadeyle açıklamıştır (IX, 104). Elmalılı da şu isabetli açıklamayı yapmaktadır: “Demek ki Benî İsrâil’in devletleri tarumar olup böyle dağılmaları, içlerinde iyiler hiç bulunmadığından değil, kötülerin kesretinden ve hey’et-i umûmiyyesi kötüler elinde bulunup fısku zulmü temsil etmesinden idi. Bunun için, parçalandıkları zaman sâlihleri de vardı fâsıkları da” (IV, 2316).
Aynı âyette Allah’ın verdiği her nimet ve her sıkıntının bir imtihan olduğu, diğer milletler gibi yahudilerin de böyle denemelere tâbi tutulduğu bildirilmektedir. Nimetin değerini bilip onu verene şükreden ve kulluk borçlarını ödeme gayreti içinde olanlar, sıkıntılar karşısında isyana sapmadan sabır ve metanet gösterip kulluktaki sebatını sergileyenler bu imtihanda başarılı olurlar. Bu iki âyetin genel muhtevasından anlaşıldığına göre nimetleri ve sıkıntıları böyle bir imtihan bilinci ve sorumluluğu ile algılayıp değerlendirmek, insanları sadece âhiret kurtuluşuna götürmekle kalmayacak, dünyevî faydalar da kazandıracak, özellikle yurtlarında birlik ve beraberlik içinde iyi bir siyasal ve sosyal hayat sürdürmelerini sağlayacaktır.




Kaynak :
 
A'râf Suresi - 169 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ وَرِثُوا الْكِتَابَ يَأْخُذُونَ عَرَضَ هٰذَا الْاَدْنٰى وَيَقُولُونَ سَيُغْفَرُ لَنَاۚ وَاِنْ يَأْتِهِمْ عَرَضٌ مِثْلُهُ يَأْخُذُوهُؕ اَلَمْ يُؤْخَذْ عَلَيْهِمْ مٖيثَاقُ الْكِتَابِ اَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ وَدَرَسُوا مَا فٖيهِؕ وَالدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذٖينَ يَتَّقُونَؕ اَفَلَا تَعْقِلُونَ
    ﴿١٦٩﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾169﴿
Onların ardından kitaba vâris olan ve “Nasıl olsa bağışlanacağız” diyerek şu dünyanın geçici menfaatine sarılan bir kuşak geldi. (Ne zaman) önlerine bu gibi menfaatler çıksa hemen sarılırlar. Bunlardan, Allah hakkında gerçek olandan başka bir şey söylemeyeceklerine dair kitabın öngördüğü bir söz alınmamış mıydı? Üstelik onlar kitaptakini de okuyup öğrenmişlerdi. Doğrusu âhiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Zemahşerî’ye göre buradaki “yeni kuşak”tan maksat, Hz. Peygamber dönemindeki yahudiler, vâris oldukları kitap ise o günkü Tevrat’tır (II, 101); aldıkları geçici dünya menfaatinin de mahkemelerde aldıkları rüşvet olduğu söylenir. Taberî’nin kaydettiğine göre o dönemlerde yahudiler arasında rüşvet o kadar yaygındı ki, rüşvet almak istemeyenleri suçlarlardı. Hâkim olarak birine başvurulduğunda rüşvet isterdi; “Neden hüküm verirken rüşvet alıyorsun?” denildiğinde de, “Nasıl olsa bağışlanacağım” derdi (IX, 105-107, özellikle 106). Bazı rivayetlerde âyette sözü edilen bu kuşağın hıristiyanlar olduğu ileri sürülmüşse de bu rivayetleri aktaran Taberî’ye göre Kur’an’ın desteklemediği bu fikri kabul etmek mümkün değildir; âyetin bağlamı sadece yahudilerle ilgili olduğuna göre burada başka bir topluluğun kastedildiğini düşünmek için elimizde hiçbir delil yoktur (IX, 105).
Yahudiler hem rüşvet ve benzeri yollarla haram malları alırlar, yiyip içerler hem de bu günahlarından dolayı tövbe edecekleri yerde, –muhtemelen Tanrı katında seçkin bir millet oldukları yolundaki bâtıl inançlarından dolayı– nasıl olsa bağışlanacaklarını ileri sürerler ve yeni haramlar işlemekten çekinmezlerdi. Halbuki Kitâb-ı Mukaddes’te de birçok vesile ile bildirildiği üzere, bu şekilde günah işlemekten, haram yemekten uzak duracaklarına, Allah’ı tanıyıp buyruklarını yerine getireceklerine dair kendilerinden söz alınmış, Allah ile bu şekilde ahidleşmişlerdi (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/40).
Kurtubî –haklı olarak– rüşvet almak gibi haramlar işleyip sonra da “Nasıl olsa Allah affeder” şeklinde boş ümitlere kapılmanın sadece yahudilere mahsus bir hastalık olmadığını, müslümanların da bu şekilde günahlar işlediklerini belirtmektedir (VII, 311). Aynı müfessirin, ilâhî buyruklara uygun davranmanın sadece yahudilerle sınırlı bir görev olmadığını, bu ve benzeri âyetlerin müslümanları da bağladığını, çünkü bu konularda dinler arasında bir farklılık bulunmadığını belirtmesi de yerinde ve anlamlı bir tesbittir (VII, 312). M. Reşîd Rızâ da müslümanların, özellikle din adamlarının aynı illete müptelâ olmalarından yakınmakta; bu kuruntularla mağfiret, şefaat gibi yalnızca Allah’ın hoşnut olduğu kullar için bir değer taşıyan kavramlara bel bağlayarak haramlar irtikâp ettiklerini hatırlatmaktadır. Allah’ın İsrâiloğulları hakkında bu bilgileri vermesindeki maksadı, müslümanların bunlardan ibret ve ders alarak hallerini düzeltmeleri, onların işlediği günahlardan uzak durmalarıdır (IX, 384).
Kuşkusuz insanlar bu tür günahları dünyevî menfaat ve zevkleri yüzünden işledikleri için Allah onlara âhiret yurdunun daha hayırlı, dolayısıyla “geçici menfaat ve zevkler” anlamındaki dünya ile âhiret arasında bir tercih yapmak gerektiğinde âhireti tercih etmenin daha yararlı olduğunu, bunu da ancak takvâ sahiplerinin, yani Allah’ın buyruklarını hiçe saymak yerine onlara saygı duyarak günah işlemekten sakınanların anlayıp gereğini yerine getireceklerini hatırlatmakta; nihayet muhataplarını Allah’ın verdiği akıl nimetini kullanmaya davet etmekte; insanların, kendilerine vahiyle bildirilen bu bilgi ve haberlerdeki hikmetleri ve yararlı sonuçları akıllarıyla da kavrayabileceklerine işaret etmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 620-621
 
A'râf Suresi - 170 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَالَّذٖينَ يُمَسِّكُونَ بِالْكِتَابِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَؕ اِنَّا لَا نُضٖيعُ اَجْرَ الْمُصْلِحٖينَ
    ﴿١٧٠﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾170﴿
Kitaba sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte böyle iyiliğe çalışanların ecrini biz asla zayi etmeyiz.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Kitaptan maksat Tevrat, kitaba sarılıp namazı kılanlardan maksat da kutsal kitaplarının hükümlerine uygun yaşayan yahudilerdir (Kurtubî, VII, 313). Buna göre, yukarıda ifade edildiği üzere, Ehl-i kitap içinde kutsal kitaplarına sarılmayan, onu inceleyip öğrendikleri halde içindeki buyruklarla amel etmeyenler bulunmakla birlikte, onlardan bir kesim de vardır ki bunlar kitaba yani Tevrat’a sarılıp ondaki hükümlerle amel ederler; dinleriyle ilgili meselelerde ona başvururlar. Âyette Allah’ın ecirlerini zayi etmeyeceğini bildirdiği iyiler bunlardır (Şevkânî, II, 298). Kuşkusuz namaz kılmak da kitabın buyruklarından olmakla birlikte âyette ayrıca zikredilerek bu ibadetin önemine özellikle işaret edilmiştir (Râzî, XV, 44).
İbn Âşûr, âyette namaz ibadetinden bahsedildiğini, namazın ise Müslümanlığa mahsus bir ibadet olduğunu ifade ederek burada, kutsal kitaplarındaki bilgiler uyarınca Hz. Îsâ’yı tanımakla birlikte, tahrife uğradığı için Hıristiyanlığı kabul etmeyen, Hz. Muhammed gelince de onun peygamberliğine inanan yahudi asıllı kimselerin kastedildiğini veya bu âyetin özellikle müslümanlar hakkında inmiş olabileceğini düşünmektedir (IX, 164). Oysa salât kelimesinin burada “dua, âyin” şeklindeki sözlük anlamında kullanıldığını, dolayısıyla âyette dinlerinin gereklerini yerine getiren yahudilerin kastedildiğini düşünmek mümkündür. Kaldı ki –Râgıb el-İsfahânî’nin de ifade ettiği gibi (el-Müfredât, “slv” md.)– namaz, şekli farklı da olsa bütün ilâhî dinlerde bulunan ibadetlerden biridir. Dolayısıyla konunun akışına uygun olarak bu âyetin de yahudilerle ilgili olduğunu düşünmek daha isabetli görünmektedir.
Bundan önceki âyetlerde yahudilerin dünya malı konusundaki hırs ve zaafları ile dinlerinin hükümlerinden uzaklaşıp kötülüklere sapmaları arasındaki ilişkiye işaret edilmişti. Bu âyetin sonunda da “... iyiliğe çalışanların ecrini biz asla zayi etmeyiz” buyurularak bu kavimde bozgunculuk temayülünün baskın olduğuna imada bulunulmakta, bu temayüllerini yenerek iyilik ve sulh için çalışmaları halinde bunun karşılığını yüce Allah’ın kendilerine eksiksiz vereceği ifade buyurulmakta; fakat O’nun bu hükmü, gereğini yerine getiren herkes için geçerli olduğu için âyette bu husus genel bir ifadeyle dile getirilmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 621-622
 
A'râf Suresi - 171 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاِذْ نَتَقْنَا الْجَبَلَ فَوْقَهُمْ كَاَنَّهُ ظُلَّةٌ وَظَنُّٓوا اَنَّهُ وَاقِـعٌ بِهِمْۚ خُذُوا مَٓا اٰتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُوا مَا فٖيهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَࣖ
    ﴿١٧١﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾171﴿
Bir zamanlar İsrâiloğulları’nın üzerine dağı bir gölgelik gibi kaldırdık da üstlerine düşecek sandılar. “Size verdiğimize (kitaba) kuvvetle sarılın ve içinde olanı aklınızda tutun ki korunasınız” dedik.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Burada da İsrâiloğulları’nın vaktiyle Hz. Mûsâ döneminde bile kendi kutsal kitaplarına bağlanıp buyruklarını yerine getirmede isteksiz davrandıkları, şuur ve vicdanlarını harekete geçirmek üzere mûcizevî bir şekilde dağın, onların tepesine kaldırıldığı bildirilmektedir (bilgi için bk. Bakara 2/63).



Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 622
 
A'râf Suresi - 172-173 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنٖٓي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْؕ قَالُوا بَلٰىۚۛ شَهِدْنَاۚۛ اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِلٖينَۙ
    ﴿١٧٢﴾
  • اَوْ تَقُولُٓوا اِنَّـمَٓا اَشْرَكَ اٰبَٓاؤُ۬نَا مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا ذُرِّيَّةً مِنْ بَعْدِهِمْۚ اَفَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ الْمُبْطِلُونَ
    ﴿١٧٣﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾172﴿
Rabbin Âdemoğulları’ndan -onların sırtlarından- zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutmuştu: Ben sizin rabbiniz değil miyim? “Elbette öyle! Tanıklık ederiz” dediler. Böyle yaptık ki kıyamet gününde, “Bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz;

﴾173﴿
Yahut, “Önce atalarımız Allah’a ortak koştu. Biz de nihayet onların ardından gelen bir nesiliz. Şimdi bâtıla saplanıp kalanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin!” demeye kalkışmayasınız.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


İslâm akîdesine göre insanoğlunun bütün sorumluluklarının başında Allah’ın varlık ve birliğini kabul etme ve yalnız O’nu Tanrı olarak tanıyıp kulluk etme görevi gelmektedir. Fakat insanlar, sorumlulukları hakkında gerektiği biçimde bilgi sahibi kılınmazlar yahut böyle bir bilgiye ulaşma yeteneği ile donanmış olmazlarsa bu durumu bir mazeret veya bahane olarak ileri sürmekte haklı olurlar. Bu sebeple söz konusu büyük sorumluluğun âdil bir temele dayanması için insanların bu hususta yeterli donanıma sahip kılınmaları gerekmiştir. Bu iki âyette insanların Allah tarafından böyle bir bilgi veya yetenekle donatıldığı haber verilmekte ve bunun gerekçesi açıklanmaktadır.
Tefsirlerde bu âyetlere iki farklı anlam verilmiştir:
a) Eski tefsirlerde geniş yer tutan, çoğu birbirinin tekrarı mahiyetindeki rivayetlere göre Allah Teâlâ dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün insanların ruhlarını –sonraları âyetin lafzından hareketle “rûz-i elest, bezm-i elest” şeklinde terimleşen– ruhlar âleminde bir araya getirerek onları kendi varlığına tanık kılmış; kendisinin onların rabbi olduğunu yine onlara onaylatmış; bu gerçeği tasdik ettikleri yönünde onlardan söz almış ve böylece kendisi ile dünyaya gelecek bütün kulları arasında bir tür sözleşme akdetmiş; ayrıca bu sözleşme yahut taahhüde onların bizzat kendilerini şahit tutmuş veya bir kısmını diğerleri hakkında tanık göstermiş ya da –bir başka yoruma göre– bizzat kendisinin ve meleklerin bu sözleşmeye şahit olduklarını onlara bildirmiştir. Böylece insanların, “Bizim böyle bir sorumluluğumuz olduğunu bilmiyorduk” diyerek yahut inkârcılık veya putperestliği kendilerinin icat etmediğini, bunu atalarından miras aldıklarını, başka türlü bir bilgiye sahip olmadıkları için kendilerinin de bu inancı sürdürdüklerini, dolayısıyla bu hususta kendilerinin bir günahı ve sorumluluğu olmaması gerektiğini belirterek sorumluluktan kurtulmaları da önlenmiştir. İlk dönem Selef âlimleriyle sûfî âlimler, Sünnî ve Şiî kelâm bilginlerinin çoğunluğu âyeti böyle yorumlamışlardır.
b) Burada belirtilen sözleşme mecazi anlamda olup bu olay, dünya yaratılmadan önce değil, her insanın kendi bedeninin yaratılması sırasında gerçekleşmektedir. Bir görüşe göre zürriyetlerin baba sulbünde yaratılışı esnasında, başka bir görüşe göre anne rahmine yerleşip organik oluşumunu tamamlaması sürecinde Allah Teâlâ insanoğlunun doğasına ya da fıtratına kendisinin varlık ve birliğini tanıma, kavrama ve dolayısıyla kendisine inanma yeteneğini yerleştirmektedir. Şu halde Allah, her insanı, iman etmesi için yeterli zihnî ve psikolojik donanıma sahip kılmakta; iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek birçok kanıtlar yaratmaktadır; böylece O, sanki insanlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye sormakta, onlar da “evet” diyerek bunu tasdik etmektedirler. İnsanın doğasındaki iman kabiliyeti bu âyetlerde temsilî bir dille anlatılmış bulunmaktadır (Zemahşerî, II, 103). Nitekim başka âyetlerde de buna benzer anlatımlar mevcuttur. Meselâ Fussılet sûresinin 11. âyetinde göğün ve yerin Allah’ın yasalarına göre işleyişi, “Dahası O, duman halinde olan semaya iradesini yöneltti; ardından ona ve arza, ‘İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!’ buyurdu. ‘Boyun eğerek geldik’ dediler” şeklinde anlatılmıştır. Mu‘tezile ve Mâtürîdî âlimleriyle bazı Eş‘arî ve Şiî âlimlerinin de bu görüşte oldukları bildirilmekte, Fahreddin er-Râzî’nin de bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır (XV, 47). Başta İbn Teymiyye olmak üzere sonraki Selefîler, Allah’ın insandan ahid ve mîsâk almasını, insanın psikolojik muhtevasına kendi varlık ve birliğini tanıma kapasitesi vermesi şeklinde anlamışlardır. Nitekim Hz. Peygamber’in, “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar” anlamındaki hadisi de (Buhârî, “Cenâiz”, 93; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 18) bunu anlatmaktadır.
İlk görüş doğru kabul edildiğinde ruhların bedenlerden önce yaratıldığını da kabul etmek gerekmektedir. Ancak ikinci görüşü benimseyenler bunun doğru olmadığını savunurlar. Konu insanın bilgi alanını aştığı ve gayb alanına girdiği için âyetlerde bildirileni tasdik ederek insanlardan bir şekilde iman sözü alındığına inandıktan sonra bunun mahiyetinin ne olduğu hususunda kesin bir görüşü kabul etmek gerekli değildir. İşin hakikatini Allah bilir. 174. âyette işaret buyurulduğu üzere insana düşen görev, Allah’ın rab olduğu gerçeğini kavrayabilecek güçte yaratıldığına ve bu hususta kendisinden söz alındığına iman edip verdiği söze sadık kalmaktır.





Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 623-652
 
A'râf Suresi - 174 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَكَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ وَلَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
    ﴿١٧٤﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾174﴿
İşte böyle âyetleri açık açık bildiriyoruz. Umulur ki dönüş yaparlar.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


İşte böyle âyetleri açık açık bildiriyoruz. Umulur ki dönüş yaparlar.
Kaynak :
 
A'râf Suresi - 175 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ الَّـذٖٓي اٰتَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَاَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاوٖينَ
    ﴿١٧٥﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾175﴿
Kendisine kanıtlarımızı verdiğimiz, fakat onları bir kenara atan, bu yüzden şeytanın peşine taktığı, nihayet azgınlardan olan kişinin haberini onlara anlat.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Kendisine kanıtlar (âyetler) verildiği bildirilen kişinin kim olduğu hususunda değişik yorumlar vardır. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu kişi İsrâiloğulları’ndan Bâûrâ (veya Eber) oğlu Bel‘am’dır; buna göre âyetin asıl muhatabı da yahudilerdir. Bu kişinin adı Tevrat’ta Beor’un oğlu Bal‘am olarak geçmektedir. Onun kâhin (Yeşu, 13/22) veya peygamber olduğu (Petrus’un İkinci Mektubu, 2/15) yönünde farklı bilgiler vardır. Kitâb-ı Mukaddes’te onun Hz. Mûsâ ve İsrâiloğulları karşısındaki tutumu hakkında da çelişik bilgiler yer almaktadır. Tevrat’taki bir kıssaya göre Hz. Mûsâ’nın ve İsrâiloğulları’nın çölde Ken‘ân diyarına doğru ilerlemesinden kaygılanan Moab kralının ısrarlı talebine rağmen, Tanrı katında dilekleri geri çevrilmeyen Bel‘am, İsrâiloğulları aleyhinde dilekte bulunmayıp aksine onları mübarek kılar (Sayılar, 23/7-10, 18-24; 24/3-9, 15-249). Fakat Kitâb-ı Mukaddes’te Bel‘am, İsrâiloğulları’na düşman olarak da tasvir edilir. Nitekim İsrâiloğulları’nın Midyan kadınlarıyla zina etmeleri onun bir tuzağı olarak gösterilir (Sayılar, 31/16; Vahiy, 2/14).
Başta Taberî’nin Câmiu’l-beyân’ı olmak üzere eski tefsirlerde bu âyet yorumlanırken Bel‘am hakkındaki rivayetlere geniş yer verilmektedir. Bu rivayetlerin birinde Hz. Mûsâ’nın, bir ordu ile zorba bir kavmin üzerine gittiği, durumdan kaygılanan bu kavmin, aslında iyi bir kişi olan Bel‘am’dan yardım istedikleri, onun başlangıçta bu isteği reddettiği, fakat bazı hediyelerle kandırıldığı; bunun üzerine kendisinden yardım isteyenlere, Mûsâ’nın askerlerine tuzak olarak kadınlarını süsleyip onlarla zina ettirmelerini öğütlediği, İsrâiloğulları’nın bu tuzağa düşmeleri üzerine Allah tarafından bir ceza olarak baş gösteren bir veba salgınında 70.000 kişinin öldüğü bildirilir. Başka rivayetlerde de başlangıçta sâlih bir kul veya bir peygamber olan Bel‘am’ın ism-i a‘zamı okuyarak Hz. Mûsâ’ya beddua ettiğinden ve bu suretle yoldan çıktığından söz edilmektedir (bk. Taberî, IX, 119-126; Kurtubî, VII, 319-321. İsm-i a‘zam “Allah’ın en büyük ismi” demektir. Bunun hangi isim veya isimler olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur. Bazı hadislerde Allah, Rahmân, rahîm, el-hayyü’l-kayyûm veya zü’l-celâli ve’l-ikrâm, Cenâb-ı Hakk’ın en büyük ismi olarak gösterilmekte, bu isimle yapılan duanın mutlaka kabul edileceği belirtilmektedir; Tirmizî, “Da‘avât”, 65; Ebû Dâvûd, “Salât”, 358).
Âyette işaret edilen kişinin kimliği hususunda daha farklı görüşler de vardır (Râzî, XV, 54; Şevkânî, II, 303). Bir görüşe göre bu kişi, Câhiliye döneminin tanınmış şair ve hakîmlerinden Ümeyye b. Ebü’s-Salt’tır. Ümeyye kutsal kitapları okumakta, yeni bir peygamberin geleceğini bilmekte, fakat o peygamberliği kendisi için beklemekteydi. Muhammed aleyhisselâm peygamber olunca onu kıskanmış ve inkâr etmiştir. Hz. Peygamber bu kişi hakkında, “Şiiri iman etti, kalbi inkâr etti” demişlerdir (Râzî, XV, 54; İbn Kuteybe, eş-Şi‘ru-ve’ş-Şuarâ’, Leiden 1902, s. 279).
Söz konusu kişiye verildiği bildirilen “âyetler”le peygamberliğin veya ism-i a‘zamın kastedildiği belirtilmektedir (bk. Taberî, IX, 122-123). Ancak Râzî, bunun peygamberlik anlamına gelmesinin uzak bir ihtimal olduğunu ifade ederek, Allah’ın lâyık olmayan birine peygamberlik vermeyeceğine işaret eden âyeti (En‘âm 6/124) hatırlatır (XV, 54). Taberî de haklı olarak buradaki “âyetler”i Allah’ın varlığına ve birliğine dair “delil ve işaretler” şeklinde anlamanın daha doğru olacağını; ayrıca söz konusu kişinin kim olduğu hakkında âyette bilgi verilmediğini, bunun Bel‘am veya Ümeyye olabileceğini, fakat bu hususta Allah’ın bildirdikleriyle yetinip âyetin zâhirine inanmanın yeterli olduğunu belirtmekte (IX, 123), dolayısıyla yukarıdaki rivayetlerin kesinlik taşımadığına işaret etmektedir.
Bizim için bu kişinin kim olduğu değil, tutum ve davranışı önem taşımaktadır. Buna göre Allah bir kişiye kendi varlık ve birliğinin kanıtlarını bildirmiş, yahut –172. âyette bildirildiği şekilde– onun fıtratına kendi rubûbiyyetini anlayıp kavrama yeteneğini yerleştirmiş; fakat daha sonra o kişi fıtratındaki inanma yeteneğinden sıyrılıp kopmuş; delilleri bir kenara bırakmış, inanmaktan vazgeçmiştir. Böylece şeytan onu peşine takmış, onu da kâfirlere ve azgınlara katmıştır (Râzî, XV, 55).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 626-628
 
A'râf Suresi - 176-178 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلَوْ شِئْنَا لَرَفَعْنَاهُ بِهَا وَلٰكِنَّهُٓ اَخْلَدَ اِلَى الْاَرْضِ وَاتَّـبَعَ هَوٰيهُۚ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِۚ اِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ اَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْؕ ذٰلِكَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذٖينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۚ فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
    ﴿١٧٦﴾
  • سَٓاءَ مَثَلاًۨ الْقَوْمُ الَّذٖينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاَنْفُسَهُمْ كَانُوا يَظْلِمُونَ
    ﴿١٧٧﴾
  • مَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَدٖيۚ وَمَنْ يُضْلِلْ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
    ﴿١٧٨﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾176﴿
Eğer biz isteseydik o kişiyi delillerimizle yüceltirdik. Fakat o dünyaya saplanıp kaldı, hevesinin peşine düştü. İşte böylesinin hali, kovsan da bıraksan da hep dilini çıkarıp soluyan köpeğin haline benzer. Âyetlerimizi yalan sayan topluluğun durumu işte böyledir. Şimdi sen bu kıssayı anlat, umulur ki iyice düşünürler.

﴾177﴿
Âyetlerimizi yalan sayan ve böylece yalnız kendilerine fenalık etmiş bulunan kavmin durumu ne kötü!

﴾178﴿
Allah’ın doğru yola yönelttiği kişi hidayete ermiştir; O kimi saptırırsa işte onlar da kaybedenlerin ta kendileridir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Allah dileseydi o kişiyi âyetlerinden yararlandırarak yüceltirdi. Fakat o bunu istemedi, bulunduğu yere saplanıp kaldı, kendini dünyaya kaptırdı, yükselmeyi değil dünyaya çakılıp kalmayı tercih etti. Fıtratındaki yüksek ruhî ve zihnî melekeler onu imana çağırırken o nefsânî tutkularının peşinden gitti. Bu durumda gerçek anlamda insanlık değerini ve ayrıcalığını da yitirdiği için 176. âyette böyle bir insanın psikolojik durumu, sıcaktan veya başka herhangi bir sıkıntıdan dolayı dilini sarkıtıp devamlı soluyan, kovulsa da kendi haline bırakılsa da durumunu değiştirmeyen köpeğin haline benzetilmiştir. Bunca işaretlere ve kanıtlara rağmen o gibi insanlar da durum ve tutumlarını değiştirmemektedir. 177. âyette de bu tip insanların böyle bir aşağılık duruma düşmelerinin, yüce Allah’ın âyetlerini yalanlamaktan, onları hiçe saymaktan başka bir sebebinin bulunmadığı, yani insanın içine düştüğü kötülüğün sebebinin yine onun kendisi olduğu ifade buyurulmuştur. Ama –178. âyette de işaret edildiği gibi– en geniş planda hidayet de dalâlet de Allah’ın takdirine bağlıdır. Onun için insan daima Allah’a yönelmeli, her zaman O’nun yardım ve desteğine muhtaç olduğu bilincini korumalıdır.




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 628
 
A'râf Suresi - 179 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثٖيراً مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِؗ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاؗ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاؗ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاؕ اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّؕ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
    ﴿١٧٩﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾179﴿
Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Eski Arapça’da kalb kelimesi genellikle “insanın kavrama, bilme ve algılama, sağlıklı hüküm verme yeteneği”, kısaca “akıl” anlamına gelir (Râgıb el-İsfahânî, ez-Zerîa ilâ mekârimi’ş-şerîa, s. 176). Birçok âyette olduğu gibi (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/151; Enfâl 8/12; Hac 22/46; Zümer 39/45; Nâziât 79/8) konumuz olan âyette de kelime bu anlamda kullanılmıştır. Buradaki kalb, göz ve kulak kelimeleri, aslında duyma (his), algılama, düşünme, kavrama, bilme gibi insanı bilgiye, tefekküre ve imana götüren temel insanî yetenekleri ifade etmektedir. Nitekim, “kavrama” kelimesiyle çevirdiğimiz fıkıh da sıradan bir bilmeden ziyade “bir şeyin mahiyetini temelden ve doğru olarak anlayıp kavramak” demektir.
Kur’an-ı Kerîm’de insanın akıl sahibi, düşünen ve bilen bir varlık olmasına büyük önem verilmiş, her vesile ile insanın bu yönü harekete geçirilmeye, yararlı ve verimli kılınmaya çalışılmıştır. Kur’an’da akıl kelimesi isim olarak geçmemekle beraber –hepsi de “akletme, aklını kullanma, düşünüp taşınma” anlamında olmak üzere– çeşitli fiil kalıplarıyla kırk dokuz âyette bu kavram tekrar edilmiştir. Yüzlerce âyette geçen kalb (çoğulu kulûb) kelimesiyle birlikte fuâd (çoğulu ef‘ide), lüb (çoğulu elbâb), basîret (çoğulu basâir) kelimeleri de düşünme ve bilme melekelerini ifade eder. Ayrıca nazar, re’y, tedebbür, tefekkür, i‘tibar, zikir ve tezekkür masdarından fiillerle yine insanın zihnî melekelerini doğru ve verimli bir şekilde kullanmasının gerekliliği sık sık vurgulanmış; bu âyetlerde daha çok insanın derunî, vicdanî âlemine ve gönül dünyasına hitap edilerek insanoğlu, en basitinden en kompleksine, en somutundan en soyutuna kadar kendisini kuşatan bütün varlıklar üzerinde; kezâ insanlığın var oluşundan âkıbetinin ne olacağına varıncaya kadar olmuş ve olacak şeyler üzerinde düşünüp taşınmaya ve bunlardan dersler çıkarmaya çağırılmıştır. Fakat –konumuz olan âyet-i kerîmede de belirtildiği gibi– Allah insanlara gerçekleri, iyilik ve güzellikleri görme, işitme, anlayıp kavrama yeteneklerini vermiş olmasına rağmen öyleleri vardır ki onlar bu yeteneklerini yaratılış amacına uygun bir şekilde ve doğru olarak kullanmazlar; bu sebeple de cehenneme atılmaları sonucunu doğuracak olan yanlış inançlara sapar, kötü işler yaparlar. Âyet birinci derecede Hz. Peygamber’in ilk muhatapları olan müşrikleri tehdit etmekle birlikte evrensel anlam ve uyarılar da içermektedir.
Allah Teâlâ akıllı, dolayısıyla yükümlü yaratıklar olup gözle görülmedikleri için “cin” adı verilen (En‘âm 6/100) bazı varlıklarla birlikte insanların –bir kısmını cennet için yarattığı gibi– bir kısmını da cehennem için yarattığını ifade buyurduktan sonra bunun sebebi olarak, onların yükümlülük ve sorumluluğa temel teşkil eden akıl ve diğer bilgi yeteneklerini doğru ve yerinde kullanmamalarını göstermektedir. Tek tek olayların fizikî ve görünür taraflarını aşarak bütünündeki hikmetleri yakalamak, böylece varlığın ve hayatın fizik ötesindeki tümel anlamını, hikmetini ve değerini kavramak; bu sayede kalbimizi küfürden, nifaktan, bâtıl inanç ve hurafelerden arındırarak doğru bir imana ulaşmak; Câhiliye döneminde olduğu gibi günümüzde de sıkça görülen her türlü fâni ve sıradan varlıklara kul olma seviyesizliğinden kendimizi koruyup yalnız Allah’a kul olma ve yalnız O’nun yardımına güvenme onurunu kazanmak (Fâtiha 1/5); kalbimizi ve zihnimizi Hakk’ın rızâsına aykırı, insanın ruhunu kirletici duygu ve düşüncelerden temizlemek; insanın hayatını lekeleyen, Allah ve insanlar katında itibarını düşüren her türlü kötü ve çirkin işlerden uzak durmak; evrenin düzeni ve işleyişi gibi insanlar arası ilişkilerin de Allah’ın yasaları uyarınca gerçekleştiğini anlayarak toplumsal, millî ve milletlerarası ilişkilerde başarının, bu yasalara uygun şekilde hazırlıklı ve birikimli olmaya bağlı bulunduğunu anlamak; varlık ve olayların anlamlarını ve hikmetlerini kavrayarak buradan din ve dünya hayatımız için hayırlı sonuçlar elde etmek; kalbimizi güzel duygu ve düşüncelerle, hayatımızı iyi ve yararlı davranışlarla donatmak; bütün bunlar, Allah’ın bizi biyolojik bakımdan büyük ölçüde müşterek olduğumuz öteki canlılardan onun sayesinde ayrı ve seçkin kıldığı aklımızı ve diğer bilgi araçlarımızı doğru kullanmamıza bağlıdır.
Bu sebepledir ki, âyette söz konusu yeteneklerini doğru kullanmayanlar hayvan sürülerine benzetilmiş, hatta onlardan daha şaşkın, daha akılsız oldukları bildirilmiştir. Zira hayvanların da duyu araçları olmakla birlikte duyu verilerini kullanarak bunlardan bilgi üretme, hükümler çıkarma, bilinenlerden yola çıkarak bilinmeyenlere ulaşma gibi aklî ve zihinsel faaliyetler gösterme ve sonuçta zihnini doğru bilgi ve inançlarla ve hayatını güzel davranışlarla süsleme imkânları bulunmamaktadır. Böyle bir imkâna sahip olarak yaratıldıkları halde, bu imkânı doğru ve yerinde kullanmayan insanlar âyette hayvanlardan daha akılsız olarak nitelenmiştir. Eğer insanın dinî hayatını ve değerler dünyasını ilgilendiren görüş, düşünce ve inancı, ahlâkı, tutum ve davranışları hayvanlarla ortak yanını oluşturan aşağı duygu ve tutkularının tesiriyle yön değiştirmeye başlamışsa artık bu insan aklının kontrolünden çıkmış, güdülerinin hâkimiyetine girmiştir; böyle bir insan artık fiilen diğer canlılardan daha aşağı bir duruma düşmüş, gerçek mutluluk ve kurtuluş sebeplerinden uzaklaşarak gaflet ve dalâlete sapmış demektir. Kur’an-ı Kerîm’in çeşitli vesilelerle bize bildirdiğine göre yüce Allah, böyle bir durumdan korunmaları için insanlara inanç ve amel dünyasını belirlemek üzere başlıca iki imkân vermiştir: Akıl ve vahiy. Râgıb el-İsfahânî’nin (ö. 502/1108) şu ifadeleri bu konudaki İslâmî yaklaşımın bir özeti sayılabilir: “Aziz ve celîl olan Allah’ın kullarına gönderdiği iki elçisi vardır. Biri içimizdeki elçidir ki bu akıldır, diğeri de dışımızdaki elçi yani peygamberdir. Hiç kimse, içindeki elçiden yararlanma işini öne almadıkça dışındaki elçiden yararlanamaz. Şu halde akıl, peygamberin öğretisinin doğruluğunu öğretir... Sonuç olarak akıl yönetici, din yol göstericidir. Akıl olmazsa din varlığını koruyamaz, din olmayınca da akıl yolunu şaşırır. Yüce Allah’ın buyurduğu gibi (Nûr 24/35) ikisinin birleşmesi ışık üstüne ışıktır” (ez-Zerîa ilâ mekârimi’ş-şerîa, s. 207). Böylece insanı hayvandan ayıran en büyük özellik akıl olduğu için âyetin metninde insanı hayvanlarla karşılaştıran ifadede geçen “edal” (daha şaşkın) kelimesini “daha akılsız” diye çevirmek de mümkündür.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 629-632
 
A'râf Suresi - 180 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلِلّٰهِ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَاࣕ وَذَرُوا الَّذٖينَ يُلْحِدُونَ فٖٓي اَسْمَٓائِهٖؕ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
    ﴿١٨٠﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾180﴿
En güzel isimler Allah’ındır; bu güzel isimlerle O’na dua edin, O’nun isimleri hakkında doğru inançtan sapanları kendi başlarına bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını çekecekler!

Tefsir (Kur'an Yolu)​


“En güzel isimler” diye çevirdiğimiz esmâ-i hüsnâ (el-esmâü’l-hüsnâ), “Allah Teâlâ’nın hepsi de en güzel ve en mükemmel olan niteliklerine, özelliklerine delâlet eden isimleri” anlamına gelir. Buna göre Allah’ın sıfatlarını ifade eden kelimeler de esmâ-i hüsnâ içine girmektedir. Bu anlamda sadece Kur’an-ı Kerîm’de Allah’ın 100’den fazla ismi yer almakta; ayrıca hadislerde O’na başka isimler de nisbet edilmektedir. Esmâ-i hüsnâ deyimi geniş anlamıyla bütün bu isimleri ve sıfatları içine almakla birlikte terim olarak daha çok –bir hadiste topluca zikredilen– doksan dokuz ismi kapsadığı kabul edilir (Buhârî, “Tevhîd”, 12; Müslim, “Zikir”, 5).
Bu âyette ve “el-esmâü’l-hüsnâ” deyiminin geçtiği diğer âyetlerde (İsrâ 17/110; Tâhâ 20/8; Haşr 59/24) Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının güzellikle nitelendirilmesinin sebebi konusunda Ebû Bekir İbnü’l-Arabî şu görüşleri ileri sürmektedir: 1. Bu isimler, Allah hakkında yücelik ve aşkınlık ifade eder, kullarda da saygı hissi uyandırır. 2. Zikir ve dua olarak okunduğunda kabule vesile olur, sevap kazandırır. 3. Kalplere huzur verir, rahmet ümidi aşılar. 4. En yüce varlık olan Allah’ın isimlerini, anlamlarını kavrayarak okumak, okuyanın değerini de yüceltir. 5. Bu isimler Allah hakkında zorunlu, mümkün ve imkânsız olan inançları ve kanaatleri ifade ettiği için bu isimleri bilip okumak doğru inancın oluşmasına da katkıda bulunur.
Kur’an-ı Kerîm’de Allah’ın zâtına –bazan ardarda sıralanarak– birçok isim nisbet edilmiştir. Ancak bu tür kelimeler ve kavramlar, hakkında kullanıldıkları varlığın kendisi değil, O’nun hatırlatıcısı ve kısmen tanıtıcısı durumundadır. İslâm bilginlerinin birçoğu “İsim müsemmânın gayrıdır” derken bunu anlatmak istemişlerdir. Bizim kullandığımız kelimeler Allah’ın yüce zâtını aynıyla ifade etmez; esasen insan zihni Allah’ı kuşatıcı bir tamlıkta kavramaktan âciz olduğu için O’nun hakkında kullandığı isimlerin ve sıfatların bize anlattıkları da sınırlıdır. Ama bütün bu kelimelerle ifade edilmek istenen de hep O’dur. Ayrıca Kur’an’da ve hadislerde yüce Allah özellikle bu isimlerle anıldığı için bunlar Allah hakkında kullanıldığında daima aşkın anlamlar içerir; onun için müminin bunları telaffuz etmesi zikir, tesbih, dua gibi kelimelerle ifade edilen bir ibadet değeri taşır.
Birçok hadis mecmuasında yer alan (bk. Wensinck, Miftâhu künûzi’s-sünne, “İsm” md.) bir hadiste Hz. Peygamber, Allah’ın doksan dokuz isminin bulunduğunu, bunları ezberleyip benimseyen (anlamlarını öğrenip bu isimlerin telkin ettiği inancı özümseyen) kimselerin cennete gireceğini müjdelemiştir. Esmâ-i hüsnânın neler olduğu ve sayısı hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Ayrıca Tirmizî ve İbn Mâce’nin Sünen’lerinde (Tirmizî, “Da‘avât”, 83; İbn Mâce, “Duâ”, 10) bu açıklamadan sonra doksan dokuz ismin listesi de verilmiştir.
Ancak bu rivayette geçen isimlerin bazıları Kur’an-ı Kerîm’de bulunmamaktadır, bu sebeple bazı âlimler anılan iki kaynaktaki listenin hadisin aslından olmayıp râvinin kişisel tesbiti ve eklemesi olduğunu savunmuşlardır. İbn Hacer el-Askalânî, Kur’an-ı Kerîm’deki isimlerden yeni bir doksan dokuz esmâ-i hüsnâ listesi oluşturmuştur.
Konumuz olan âyette kalbini yani aklını, diğer duyu ve bilgi vasıtalarını veriliş amacına uygun ve sağlıklı kullananların ulaşacağı doğru tanrı inancının özet bir ifadesi yer almaktadır. Buna göre “En güzel isimler Allah’ındır.” Şu halde insan, bu isimlerle Allah’a yakarışta bulunmalı, yalnız Allah’a verilebilecek olan bu güzel isimleri O’ndan başkasına vermemeli, yani başka hiçbir şeyi O’na denk tutmamalı, Allah’tan başkasını tanrısal bir yücelikte görmemelidir. Fakat insanlar arasında Allah’ın isimleri hakkında inkâra sapanlar da bulunmaktadır. Burada “inkâr” kelimesiyle çevirdiğimiz ilhâd, “haktan sapmak, itidalden ayrılmak” anlamına gelir. Kelimenin bu âyetteki anlamının üç noktada yoğunlaştığı anlaşılmaktadır: a) Bu isimleri ancak Allah hakkında kullanılması gereken anlamlarıyla Allah’tan başkası için kullanmak. b) Allah’ı, baba oğul gibi sadece yaratılmışlara özgü isim ve sıfatlarla anmak. c) Allah’ın isimlerini tamamen inkâr etmek veya böyle bir sonuç doğuracak şekilde te’vil ve tahrif etmek (Taberî, IX, 133-134; Râzî, XV, 71-72. Esmâ-i hüsnâ hakkında geniş bilgi için bk. Topaloğlu, “Esmâ-i hüsnâ”, DİA, XI, 404-418).
Âyette bu şekilde Allah’ın yetkinlik ve aşkınlığının, zatına mahsus en üstün niteliklerinin ifadeleri olan güzel isimlerini gerçek anlamlarından saptıranlar kınanmakta, onların bu kötü niyetli tutumlarının cezasını görecekleri uyarısında bulunulmaktadır. Bu âyet, inkârcıların ve müşriklerin ulûhiyyetle ilgili inançlarının bozukluğunu göstermesi yanında; bazı insanların riyâ, tabasbus, aşırı hayranlık, saygı, çıkar sağlama veya başka bir sebeple yönetici, lider, kahraman, şeyh gibi bazı kişileri överken iltifatın dozunu kaçırarak, övdüğü kişiyi âdeta tanrısal bir konumda gösteren ifadeler kullanmaları konusunda da önemli ve yararlı bir uyarı değeri taşımaktadır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 632-634
 
A'râf Suresi - 181 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَمِمَّنْ خَلَقْنَٓا اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِهٖ يَعْدِلُونَࣖ
    ﴿١٨١﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾181﴿
Yarattıklarımız arasında hakka götüren ve o yolda âdil davranan bir topluluk da vardır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


İnsanlar arasında aklını ve duyu araçlarını olumlu yönde kullanma-dıkları için gerçek anlamda insanlık değerini kaybederek cehenneme atılmayı hak edenler olduğu gibi hakkı tanıyan ve hak ölçüsüne göre adaletli davranan bir ümmet, bir kesim de her zaman vardır. İlk zümredekilerin aksine bu ikinciler için âyette ümmet kavramının kullanılması ilgi çekicidir. Çünkü birden fazla dalâlet yolları olduğu için o yollara sapanlar ortak inançlar ve değerler etrafında uyumlu bir birlik ve bütünlük oluşturamazlar. Halbuki hak ve hidayet yolu sadece bir tanedir. Böyle olunca âyette buyurulduğu şekilde, başkalarını hakka yönelttiği gibi kendileri de hak kaygısı taşıyarak adalet ölçüsüne uyanlar; dolayısıyla duygu, düşünce ve eylemlerinde doğruluk ve adalet ölçülerini esas alanlar bu temel ölçüler etrafında bir birlik ve bütünlük oluştururlar. Âyette bu birlik ve bütünlüğü oluşturan topluluk ümmet kelimesiyle ifade edilmiştir. Böylece hak ve adalet kavramlarının, İslâm ümmetini birleştirip bütünleştiren temel değerler, kurucu ögeler olarak gösterilmesi son derece anlamlıdır. Hak kavramı varlığın bilgisine ve inanç alanına, başka bir deyişle ontolojik alana, adalet ise ahlâk alanına ait bir kavramdır. Başka bir âyette bizzat Allah’ın sözü de (kelime) “doğruluk” (sıdk) ve “adalet” (adl) kavramlarıyla nitelenmiştir. Buradan, müslüman ümmetin hem bilgi ve inançta gerçeğe ulaşmış hem de ahlâk alanında iyiye ve güzele yönelmiş bir topluluk olduğu yahut olması gerektiği anlamı çıkmaktadır. 179. âyette ise düşündüklerini doğru düşünmek, gördüklerini doğru görmek, işittiklerini doğru işitip anlamak suretiyle doğruluk ve adalet gibi temel değerleri kavrayıp zihin, kalp ve amel dünyalarını buna göre düzenleyecek bir yol izlemedikleri için inkârcılar cehenneme lâyık görülmüştü. Çünkü hak (ve sıdk) kavramı her türlü inkârcı anlayışlarla birlikte bâtıl inançları, cahilliği ve yanlış bilgileri, hurafeleri vb. zihinsel sapmaları dışladığı gibi adalet kavramı da Kur’an’daki deyimiyle “ahsen-i takvîm”i bozan yani insan olmanın ölçülerinden sapan, bundan dolayı da Kur’an-ı Kerîm’de yer yer zulüm kavramıyla nitelenen ahlâka aykırı davranışları dışlar.




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 634-635
 
A'râf Suresi - 182-183 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَالَّذٖينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَۚ
    ﴿١٨٢﴾
  • وَاُمْلٖي لَهُمْؕ اِنَّ كَيْدٖي مَتٖينٌ
    ﴿١٨٣﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾182﴿
Âyetlerimizi yalanlayanları hiç bilmedikleri yerden adım adım yıkıma götürürüz.

﴾183﴿
Onlara mühlet veriyorum. (Ama) bilin ki cezalandırmam çok çetindir!

Tefsir (Kur'an Yolu)​


“Adım adım yıkıma götürürüz” şeklinde çevirdiğimiz fiilin masdarı olan istidrâc kelimesi, sözlükte “derece derece yükseltmek veya alçaltmak, azar azar toplamak, katlamak” gibi anlamlara gelir. Bu kelime zamanla, “Allah’ın bazı insanlara, kötü niyetlerinin ve davranışlarının ardından, onların daha da şımarmaları, günahlarını daha da arttırmaları sonucunu doğurabilecek maddî veya mânevî imkân ve fırsatlar vermesi” anlamında terim haline gelmiştir. Meselâ peygamberlerde görülen olağan üstü hallere “mûcize”, velîlerde görülene “keramet” denirken inancı veya yaşayışı bozuk kimselerin zâhiren mûcize veya keramete benzer olaylar sergilemelerine istidrâc denmektedir. “Cezalandırma” diye çevirdiğimiz keyd kelimesi ise aslında “tuzak” mânasına gelmekle birlikte, Allah için kullanıldığında İslâmiyet ve müslümanlar için bazı tuzaklar kurmaya ve onları çökertmeye çalışan inkârcıların bu planlarını boşa çıkaran Allah’ın kusursuz, adaletli ve hikmetli planını ifade eder. Burada yüce Allah, âyetlerini yalanlayan ve böylece onları etkisiz kılmaya çalışan inkârcıları, güçlü ve şaşmaz planı uyarınca hemen cezalandırmayıp onlara mühlet verdiğini, bazı imkân ve fırsatlar tanıdığını, bu suretle onları derece derece yıkıma doğru götürdüğünü veya alçalttığını ifade buyurmaktadır. Allah’ın onlara önce mühlet verip sonra da helâk etmesi zâhiren tuzak kurmaya benzediği için âyette buna “keyd” denmiştir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 636
 
A'râf Suresi - 184 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِهِمْ مِنْ جِنَّةٍؕ اِنْ هُوَ اِلَّا نَذٖيرٌ مُبٖينٌ
    ﴿١٨٤﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾184﴿
Düşünmediler mi ki yıllarca beraber oldukları o peygamberde delilikten eser yoktur; o ancak kesin bir uyarıcıdır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


“Aralarından biri olan o peygamberde...” şeklinde çevirdiğimiz “bi-sâhibihim” sözü müşriklerin Resûlullah’ı çocukluğundan beri yakından tanıdıklarını, hatta vaktiyle onu sayıp sevdiklerini, dolayısıyla kendisine delilik isnat etmelerinin haksızlık olduğunu çok iyi bilmeleri gerektiğini anlatır. Gerek burada gerekse başka âyetlerde (bk. Hicr 15/6; Mü’minûn 23/70; Sebe’ 34/8, 46) bildirildiği üzere Mekke müşriklerinin Hz. Muhammed’e yönelttikleri en yaygın itham ve iftiralardan biri de onda delilik bulunduğu iddiası idi. Eski dönemlerde diğer bazı peygamberler hakkında da aynı suçlamanın yapıldığına bakılırsa (meselâ bk. Mü’minûn 23/25; Şuarâ 26/27; Kamer 54/9) bunun, tarihin çeşitli dönemlerinde inkârcıların Allah yolunun davetçilerini susturmak için kullandıkları müşterek bir taktik ve iftira şekli olduğu anlaşılmaktadır. Âyette müşriklerin bu iddiaları reddedilirken “düşünmediler mi?” sorusunun sorulması ilgi çekicidir. Çünkü bir insanın akıllı veya deli olduğu, onun davranışlarıyla, ortaya koyduğu fikirlerin doğru ve tutarlı olup olmadığı ile ölçülebileceği gibi böyle birinin düşünce, görüş ve inancını ölçebilmek için de doğru ve tutarlı düşünebilmek gerekir. Bir insanın ortaya koyduğu inanç ve fikirleri (dolayısıyla peygamberin tebliğ ettiği ilkeleri) çürütmenin yolu, o insanı (ve peygamberi) deli diye suçlamak olamaz. Çünkü bu suçlama boş, içeriksiz, dayanaksız bir iddiadır. Doğru dürüst düşünenler bunun böyle olduğunu bilir. Şu halde Hz. Muhammed’i deli diye suçlayan müşrikler bu yargıya doğru düşünmek suretiyle varmış değillerdi. Gerçekte onların bu tutumlarının arkasında inatçılık, gurur ve kibir, düşmanlık duyguları, çıkar hesapları gibi sübjektif sebepler vardı. İşin aslı şu idi: Hz. Peygamber onların gerek inançları gerekse yaşayışları bakımından yanlış yolda olduklarını söylüyor, zulümlerine ve haksızlıklarına karşı çıkıyor, bu yoldan dönmemeleri halinde dünya ve âhirette başlarına nelerin geleceğini bildirerek onları kesin ve açık seçik beyanlarla ikaz ediyordu; onlar ise bu söylenenlerin doğruluğu ve haklılığı üzerine düşünüp taşınacakları yerde onu delilikle itham ediyorlardı. Halbuki onu çocukluğundan beri tanıyor ve takdir ediyorlardı. Ne zaman ki Hz. Peygamber onlara gerçekleri tebliğ etmeye başladı, o zaman onların tutumları da değişti. Sonuç olarak âyet-i kerîmede, insanların bir düşünceyi kabul veya reddederken duygularını, menfaat ve sempatilerini veya antipatilerini değil, yine akıllarını kullanmaları gerektiğine işaret edilmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 637-638
 
A'râf Suresi - 185-186 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اَوَلَمْ يَنْظُرُوا فٖي مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍۙ وَاَنْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ فَبِاَيِّ حَدٖيثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ
    ﴿١٨٥﴾
  • مَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَا هَادِيَ لَهُؕ وَيَذَرُهُمْ فٖي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
    ﴿١٨٦﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾185﴿
Göklerin ve yerin egemenliği üzerinde, Allah’ın yarattığı her bir nesne üzerinde ve kendi ecellerinin yaklaşmış olabileceği hususunda hiç kafa yormadılar mı? Ona değilse hangi söze inanacaklar?

﴾186﴿
Allah kimi dalâlete düşürürse artık onu hidayete erdirebilecek hiçbir kimse bulunamaz. Allah böylelerini azgınlıkları içinde yollarını şaşırmış olarak bırakır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


“Egemenlik” diye çevirdiğimiz melekût kelimesi, yüce Allah’ın gökler üzerindeki mutlak yönetimini, hükümranlığını ifade eder (ayrıca bk. En‘âm 6/75). Bir önceki âyette Hz. Peygamber’in risâletinin hak olduğu, onun üstün kişiliği kanıt gösterilerek ifade edilirken burada da insanların, yüce Allah’ın evren üzerindeki mükemmel yönetimine bakıp düşünerek bundan Hz. Peygamber’in öğretisinin gerçek olduğuna dair deliller çıkarmaları istenmektedir. Göklerin düzeninde olduğu gibi Allah’ın yarattığı diğer bütün şeylerde de –ibretle ve insafla bakılırsa– Allah’ın varlığına, birliğine inanıp Hz. Muhammed’in bildirdiklerini tasdik etmeye götüren kanıtların bulunduğu görülür. Ayrıca âyet, Hz. Peygamber’in tebliğlerine karşı direnmeyi sürdürdükleri takdirde, –benzer şekilde davranan eski inkârcı kavimler gibi– müşriklerin de sonlarının geleceği uyarısında bulunmaktadır. Onları gökler ve diğer yaratılmışlar üzerinde zihin yormaya, kendi âkıbetlerini düşünmeye çağıran bu sözler; yahut Hz. Peygamber’in uyarıları, açıklamaları, başta Kur’an âyetleri olmak üzere onun ağzından çıkan bütün sözler insanlar için böylesine hayırlı ve yararlı uyarılardır. Şu halde insanlar bu sözlere inanmayacaklarsa başka hangi söze inanacaklar? Allah’ın ve resulünün sözlerinden daha doğru, daha hayırlı ve yararlı başka bir söz olabilir mi?
Burada asıl muhatap Hz. Peygamber’in dönemindeki müşrik Araplar olmakla birlikte, âyetin hükmü ve uyarısı, ilâhî yasaları tanımayan bütün âsi topluluklar için geçerlidir. Bütün bu uyarıların amacı da insanları hidayete, yani inançta, yaşayışta, insanlıkta en doğru ve en güzel olana ulaştırmaktır. Fakat eğer insanlar Hz. Peygamber’in bu yoldaki çağrısını iyi niyetle karşılayıp üzerinde düşünmek yerine koyu bir inkâr psikolojisiyle bunları peşinen reddederlerse Allah da onları dalâlet çukuruna düşürür. Allah’a rağmen hiçbir şey yapılamayacağı için bunları içine düştükleri bu çukurdan, bu sapkınlıktan kurtarıp doğru yolu bulmalarını sağlayacak bir güç de asla yoktur.




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 638
 
A'râf Suresi - 187 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ اَيَّانَ مُرْسٰيهَاؕ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّٖيۚ لَا يُجَلّٖيهَا لِوَقْتِهَٓا اِلَّا هُوَؕ ثَقُلَتْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِؕ لَا تَأْتٖيكُمْ اِلَّا بَغْتَةًؕ يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَاؕ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
    ﴿١٨٧﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾187﴿
“Ne zaman gelip çatacak?” diye sana kıyamet saatini sorarlar. De ki: “Onun hakkındaki bilgi sadece rabbimin katındadır. Vakti geldiğinde onu açığa çıkaracak olan ancak Allah’tır. O (kıyamet), göklere de yere de ağır gelecektir! Sizi ansızın yakalayacaktır!” Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi Allah katındadır, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Saat kelimesi Kur’an-ı Kerîm’de belli bir zaman dilimini belirten sözlük anlamı yanında, sık sık kıyametin kopacağı vakti ifade etmek üzere de kullanılmaktadır. Kaynaklarda ansızın gelip çattığı, amellerin hesabı çabuk olduğu veya uzun sürdüğü ya da süresi uzun olmasına rağmen Allah Teâlâ bakımından insanların hesabındaki bir saatlik süre kadar kısa sürdüğü için kıyamete saat denildiği belirtilir (Zemahşerî, II, 107; Şevkânî, II, 311; M. Reşîd Rızâ, IX, 425). Bir açıklamaya göre saat, birinci sûr çalınca bütün canlıların ölmesi sürecini, kıyamet ise ikinci sûr çalınca yeniden dirilmeyi ve sonrasında olup bitenleri ifade eder; böylece âhiret hayatı başlamış olur.
Bazı hadislerde müslümanların da Resûlullah’a kıyametin zamanıyla ilgili sorular sordukları bildirilmekle birlikte (meselâ bk. Buhârî, “Fezâ’ilü ashâbi’n-nebî”, 6; “İlim”, 2; “Ahkâm”, 10; Müsned, II, 361; III, 322, 326), bilhassa müşriklerin Hz. Peygamber karşısındaki yaygın tavırlarından biri, kıyameti inkâr etmek veya Resûlullah’ı güç durumda bırakmak maksadıyla bu konuda sorular sormaktı. Bu âyette de onların böyle bir sorusundan ve –aslında bu sorunun arkasında kötü niyet bulunmasına rağmen– Resûlullah’ın, aydınlatma görevinin bir gereği olarak bu soruyu ciddiye alıp cevap vermesinden söz edilmektedir. Bazı tefsirlerde buradaki sorunun yahudiler tarafından sorulduğuna dair rivayetler yer almaktaysa da (Zemahşerî, II, 107), A‘râf sûresi Mekke’de indiğinden bu görüş isabetli görülmemektedir. Soru kimden gelirse gelsin, Hz. Peygamber kıyametin vaktiyle ilgili bütün sorulara karşı bunu bilmediğini ifade etmiş, meselâ Cebrâil tarafından yöneltilen, “Kıyamet ne zaman kopacak?” şeklindeki bir soruyu, “Bu hususta sorulan sorandan daha bilgili değildir” cevabını vermiştir (Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 1, 5, 7; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 17).
Kıyamet vaktinin “göklere de yerlere de ağır gelmesi” dünyanın kozmolojik düzeninin bozulacağına, Kur’an’ın ifadesiyle (İbrâhîm 14/48) “yerin başka bir yere, göklerin de başka göklere dönüştürüleceği” esnada vuku bulacak olayların dehşetine; “Sizi ansızın yakalayacaktır” ifadesi de insanoğlunun, kıyamet saati hakkındaki bilgisizliğinin son ana kadar süreceğine işaret etmektedir (Râzî, XV, 81).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 640
 
Geri
Üst