• Eğitim sadece okula gitmek ve bir derece kazanmakla ilgili değildir. Bilginizi genişletmek ve yaşam hakkındaki gerçeği almakla ilgilidir. – Shakuntala Devi

A'râf Suresi Tefsiri

Kemal Ayhan

Administrator
Yönetici
A'râf Suresi

Hakkında​

Mekke döneminde inmiştir. 163-170. âyetlerin Medine döneminde indiğini söyleyen âlimler de vardır. 206 âyettir. Sûre, adını 46. ve 48. âyetlerde geçen“el-A’râf ” kelimesinden almıştır. “el-A’râf ”, yüksek yerler, yüksek mevkiler demektir. Sûrede temel konu olarak, ilâhî vahyin doğruluğu ve vahye duyulan ihtiyaç işlenmektedir.

Nuzül​


Mushaftaki sıralamada 7., iniş sırasına göre 39. sûredir. Sâd sûresinden sonra, Cin sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. 163-170. âyetlerinin Medine’de indiği de rivayet edilir. Âyet sayısı itibariyle Mekke’de inen sûrelerin en uzunudur, Kur’an’da da en uzun sûrelerin üçüncüsüdür. Bu sebeple “es-seb‘u’t-tıvâl” (yedi uzun sûre) arasında gösterilir. Ayrıca En‘âm sûresiyle birlikte “iki uzun sûre” diye de anılır (İbn Âşûr, VIII/2, s. 5-6).



Konusu​


Üslûp ve muhteva bakımından bir önceki sûrenin (En‘âm) devamı gibi görünen A‘râf sûresinde de iman meseleleri, bilhassa âhiretle ilgili hususlarla vahyin önemi, ataları körü körüne taklit etmenin yanlışlığı ve zararları, müminlerle inkârcıların âhiretteki durumlarının mukayesesi, Allah’ın mutlak hükümranlığı, rahmetinin genişliği gibi itikadî konular işlenir. Bunun yanında geçmiş peygamberlerin hayatlarından misaller verilerek onların iman uğrundaki mücadeleleri gözler önüne serilir; sırası geldikçe müşrikler uyarılır; müminlere de sabır ve sebat tavsiye edilir.



Fazileti​


Nesâî’nin naklettiği bir hadise göre Resûlullah, akşam namazının ilk rek‘atında Fâtiha’dan sonra bu sûrenin bir bölümünü, ikinci rek‘atında da kalan bölümünü okurdu (“İftitâh”, 67).
 
A'râf Suresi - 137 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاَوْرَثْنَا الْقَوْمَ الَّذٖينَ كَانُوا يُسْتَضْعَفُونَ مَشَارِقَ الْاَرْضِ وَمَغَارِبَهَا الَّتٖي بَارَكْنَا فٖيهَاؕ وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ الْحُسْنٰى عَلٰى بَنٖٓي اِسْرَٓائٖلَ بِمَا صَبَرُواؕ وَدَمَّرْنَا مَا كَانَ يَصْنَعُ فِرْعَوْنُ وَقَوْمُهُ وَمَا كَانُوا يَعْرِشُونَ
    ﴿١٣٧﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾137﴿
Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi de (İsrâiloğulları) içini bereketlerle doldurduğumuz ülkenin doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Sabırlarına karşılık rabbinin İsrâiloğulları’na verdiği güzel söz yerine geldi. Firavun ve kavminin yapıp yükselttikleri binaları yerle bir ettik.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Allah Teâlâ, İsrâiloğulları’nı Hz. Mûsâ vasıtasıyla Firavun’un zulmünden kurtardıktan sonra onları “İçini bereketle doldurduğumuz ülkenin doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldık” buyuruyor. Burada işaret edilen bu bereketli ve verimli ülkenin neresi olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bazı müfessirler âyetteki “doğu tarafı” ile Diyârışam’ın (Filistin-Suriye), “batı tarafı” ile de Mısır’ın kastedildiği (meselâ bk. Zemahşerî, II, 149; Şevkânî, II, 274); bazıları da daha sonra İsrâil soyundan gelen Dâvûd ve Süleyman’ın hâkim olduğu ülkelerin kastedildiği kanaatindedirler (bk. Râzî, XIV, 221). Diğer bir görüşe göre ise burada sadece Diyârışam’a işaret edilmiştir. Nitekim âyetin devamında yer alan “bereketlerle doldurduğumuz” şeklindeki niteleme de bunu gösterir. Zira akarsuları ve bitki örtüsü gibi zenginlikleri bakımından belirtilen nitelemeye yalnızca bu bölge uygun düşmektedir (meselâ bk. İbn Atıyye, VII, 147; İbn Kesîr, III, 464). İsrâiloğulları’nın hâkimiyetine verilen bu yer, Mâide sûresinin 21. âyetinde “Allah’ın size yazdığı kutsal toprak” diye anılıyor. İsrâ sûresinin başında da Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan bahsedilirken, bu sûrede sözü edilen yer hakkındaki aynı niteleme ile (bâreknâ) “çevresini mübarek (bereketli, verimli) kıldığımız Mescid-i Aksâ...” şeklinde söz edilmektedir. Şu halde İsrâiloğulları’nın hâkimiyetine verilen yer sadece Filistin olmalıdır (bk. Ateş, III, 385; Mevdûdî, II, 81; ayrıca bk. Mâide 5/21-26).




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 579-580
 
A'râf Suresi - 138-139 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَجَاوَزْنَا بِبَنٖٓي اِسْرَٓائٖلَ الْبَحْرَ فَاَتَوْا عَلٰى قَوْمٍ يَعْكُفُونَ عَلٰٓى اَصْنَامٍ لَهُمْۚ قَالُوا يَا مُوسَى اجْعَلْ لَـنَٓا اِلٰهاً كَمَا لَهُمْ اٰلِهَةٌؕ قَالَ اِنَّكُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ
    ﴿١٣٨﴾
  • اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ مُتَبَّرٌ مَا هُمْ فٖيهِ وَبَاطِلٌ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
    ﴿١٣٩﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾138﴿
İsrâiloğulları’nı denizden geçirdik; derken kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavimle karşılaştılar. Bunun üzerine, “Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi, sen de bizim için bir tanrı yap” dediler. Mûsâ dedi ki: “Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz!”

﴾139﴿
“Şüphesiz onların düzeni yıkılmaya mahkûmdur; yapmakta oldukları da boşa gidecektir.”

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Müfessirler, 138. âyette sözü edilen putperest toplumun kimliği konusunda farklı bilgiler vermişlerdir. Bir görüşe göre bu toplum, Lahm kabilesinin bir boyu olup sığır heykellerine taparlardı. Diğer bir görüşe göre bunlar, Araplar’ın Amâlika dedikleri ve Baal (sahip, efendi) adlı boğa heykeline tapan Ken‘ânîler’dir. İsrâiloğulları da zaman zaman Baal’e tapmışlardır (meselâ bk. Hâkimler, 2/11-13; I. Krallar, 16/30-33). Mevdûdî ise söz konusu putperest toplumun, Sînâ yarımadasında, Mafka denilen askerî bir garnizonda yaşayan Mısırlılar olması ihtimali üzerinde durmuştur. Mafka’ya yakın başka bir yerde Sâmî kavimlerinin inancındaki ay tanrısına tahsis edilmiş başka bir tapınak bulunuyordu. Belki de İsrâiloğulları’nın ilgisini çeken topluluk bu tapınaktaki putlara tapıyordu (II, 85).
Hz. Mûsâ kavmini Kızıldeniz’den sağ salim geçirince karşılaştıkları bu toplumun putperestlik uygulamaları İsrâiloğulları’nın hoşlarına gitti ve Mûsâ’dan, kendi dinlerinde de böyle bir gelenek başlatmasını istediler. İbn Atıyye onların bu isteklerinin, Allah’ı inkâr ederek O’nun yerine bu putları tanrı tanımaları anlamına gelmediğini, sadece Allah’a yakınlaşmak için putları aracı olarak kullanma maksadı taşıdığını belirtir (VII, 149). Fahreddin er-Râzî de, onların bu tutumlarını “cehalet” ve “irtidad” olarak değerlendirdikten sonra, İbn Atıyye’nin görüşünü tekrar eder. Râzî ayrıca, Allah’tan başka bir varlığa tapmanın, –ister o varlığı evrenin yaratıcısı kabul ederek olsun, isterse ona ibadet etmenin Allah’a yaklaştıracağı düşüncesiyle olsun– Allah’tan başka mâbudlar ve putlar ihdas etmenin küfür olduğunu ifade eder. Çünkü ibadet en büyük saygıdır ve böyle bir saygı ancak, en büyük nimet ve lutufların sahibi Allah’a yapılır (XIV, 222-223). Bu sebeple Hz. Mûsâ, böyle bir teklifte bulunanları “Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz!” diyerek suçlamış; ayrıca özendikleri kavmin bu temelsiz din ve inançlarının, bütün benzerleri gibi yıkılmaya mahkûm olduğunu, kezâ dinî ibadet ve uygulamalarının da asılsız ve geçersiz olduğunu ifade ederek böyle bir kavme özenmenin cahillikten başka bir şey olmadığını bildirmiştir.
Şu halde takarrub (Allah’a yakınlaşma) maksadıyla da olsa, putlar türetip onlara tapanlar, zamanla bu önemsiz varlıkları gerçek tanrı yerine koyup Allah’ı unutacak ve inkâr edeceklerdir. Nitekim tarihteki birçok benzerleri gibi Câhiliye Arapları da “Biz putlara, sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz” (Zümer 39/3) demelerine rağmen gerçekte Allah’ı unutmuşlar, O’nun yerine putları koymuşlardı. Bazı gelişmemiş toplumlarda görülen ve cismanî olmayan varlığı somutlaştırarak algılama eğiliminin bir neticesi olan inkârcılık ve müşriklik şeklindeki bu tür sapmalara, farklı biçimlerde de olsa, günümüzün gelişmiş toplumlarında bile rastlanabilmektedir.
İsrâiloğulları’nın, tevhid inancının hâkim olduğu İbrâhim milletine mensup olmalarına rağmen, böyle bir teklifte bulunmalarının, yüzyıllar boyunca putperest bir dinî geleneğin hüküm sürdüğü Mısır kültürüyle dejenere olmalarından kaynaklandığı düşünülebilir. Nitekim Kitâb-ı Mukaddes’te de bu duruma işaret edilmektedir (Yeşû, 24/14-15). Burada Hz. Mûsâ’nın ilk halefi olan Yeşû (Yûşa‘), İsrâiloğulları’na Allah’tan korkmalarını ve yalnız O’na kulluk etmelerini, “ırmağın öte tarafında ve Mısır’da” atalarının taptığı ilâhları bırakmalarını emretmekte; “... Kime kulluk edeceğinizi bugün seçin; fakat ben ve evim halkı, biz rabbe kulluk edeceğiz” demektedir. İlginçtir ki, Yûşa‘ peygamber bu konuşmayı Mısır’dan çıkıştan yetmiş yıl sonra yapmıştır ve bu konuşma, İsrâiloğulları’nın “ırmağın ötesindeki” putperest tesirlerden, yetmiş yıl sonra bile hâlâ kurtulamadıklarını göstermektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 581-582
 
A'râf Suresi - 140 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • قَالَ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْغٖيكُمْ اِلٰهاً وَهُوَ فَضَّلَكُمْ عَلَى الْعَالَمٖينَ
    ﴿١٤٠﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾140﴿
Mûsâ, “Size Allah’tan başka bir tanrı arayayım öyle mi! Halbuki O sizi diğer toplumlara üstün kılmıştı” dedi.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Bir görüşe göre İsrâiloğulları’nın “âlemlere üstün kılınması” içlerinden birçok peygamber çıkmasından ileri geliyordu (İbn Atıyye, VII, 151; Râzî, XIV, 225; İbn Âşûr, IX, 84). Daha ağırlıklı olan başka bir yoruma göre ise buradaki üstünlük, İsrâiloğulları’nın peygamberlerine ve onların tebliği olan hak dine inanıp düzgün ve erdemli bir yaşayışa sahip oldukları dönemlerde küfür ve dalâlet içinde yaşayan milletlere karşı sahip oldukları üstünlüktür. Buna karşılık, yine Kur’an’ın açıklamasına göre anılan özelliklerini kaybettikleri dönemlerde “alçaklık ve âcizlikle damgalanmışlar”; türlü yıkımlara mâruz kalmışlardır (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/61; İsrâ 17/4-8). Esasen konumuz olan âyette de dolaylı olarak onlara, üstünlüklerinin tevhid geleneğine sahip olmalarından ileri geldiğine, eğer putperestlik gibi bâtıl inançlara saparlarsa bu üstünlüklerini kaybedeceklerine bir işaret vardır. Nitekim Kur’an’da müslümanlar için “en hayırlı ümmet” tabiri kullanıldığı halde (Âl-i İmrân 3/110), bunun da onların –ne yaparlarsa yapsınlar– hiç değişmeden hep böyle değerli sayılacakları anlamına gelmediğini gösteren yüzlerce âyet ve hadis vardır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 582-583
 
A'râf Suresi - 141 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاِذْ اَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِۚ يُقَتِّلُونَ اَبْنَٓاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَٓاءَكُمْؕ وَفٖي ذٰلِكُمْ بَلَٓاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظٖيمٌࣖ
    ﴿١٤١﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾141﴿
Hani Firavun’un adamlarından sizi kurtarmıştık. Onlar sizlere işkencenin en kötüsünü yapıyorlardı; oğullarınızı öldürüyorlar, kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. İşte bunda rabbinizden büyük bir imtihan vardır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Firavun yönetimi İsrâiloğulları’nı çok çeşitli sıkıntılara mâruz bırakmakla birlikte, onların erkek çocukları öldürüp kız çocukları sağ bırakma şeklindeki zulümleri âyette özellikle zikredilmiştir (aynı bilgiler Tevrat’ta da verilmektedir, bk. Çıkış, 1/16). Zira İsrâiloğulları bu suretle hem bir tür katliamla hem de nesillerinin tüketilmesini hedefleyen korkunç bir planla karşı karşıya kalmışlardır. Âyette, Allah Teâlâ’nın onları, bu son derece tehlikeli planla yok edilmekten kurtardığı hatırlatılarak bunu şükürle karşılayacakları yerde başları selâmete çıkar çıkmaz putperestliğe özenmelerinin ağır bir suç ve nankörlük olduğuna işaret edilmektedir (“nisâ” kelimesinin “kadınlar” yerine “kızlar” şeklinde çevrilmesi hakkında bk. 127. âyetin tefsiri).




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 583
 
A'râf Suresi - 142 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَوٰعَدْنَا مُوسٰى ثَلٰثٖينَ لَيْلَةً وَاَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ فَتَمَّ مٖيقَاتُ رَبِّهٖٓ اَرْبَعٖينَ لَيْلَةًۚ وَقَالَ مُوسٰى لِاَخٖيهِ هٰرُونَ اخْلُفْنٖي فٖي قَوْمٖي وَاَصْلِحْ وَلَا تَتَّبِـعْ سَبٖيلَ الْمُفْسِدٖينَ
    ﴿١٤٢﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾142﴿
Mûsâ ile otuz gece (için) sözleştik ve buna on gece daha ekledik; böylece rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu. Mûsâ kardeşi Hârûn’a dedi ki: “Kavmimin içinde benim yerime geç, onları ıslah et, bozguncuların yolunu izleme.”

Tefsir (Kur'an Yolu)​


İsrâil halkı, Mısır esaretinden kurtulup Sînâ çölüne geçtikten sonra bu çölde kırk yıl boyunca evsiz barksız dolaştılar. Bu yüzden Sînâ çölü “şaşkın vaziyette dolaşmak” anlamına gelen Tîh adıyla da anılır. Tûrisînâ, bu çölün ve yarımadanın güneyinde bulunmaktadır. Yüce Allah, esaretten kurtulan kavme şeriatını bildirmek üzere Mûsâ’ya Tûrisînâ’ya gelmesini emretti. Mûsâ, yerine kardeşi Hârûn’u bırakarak ondan sulh ve sükûnu korumasını, bozgunculuk çıkarabileceklere karşı dikkatli olmasını istedi. Bu tedbirleri aldıktan sonra Allah’ın emrine uyarak Tûr’a gitti.
Araplar genellikle gün yerine gece kelimesini kullandıklarından; ayrıca ibadet, zikir, dua gibi dinî faaliyetler için gündüze nisbetle gecenin sükûneti daha elverişli olduğundan âyette Mûsâ’nın Tûr’da geçirdiği süre hakkında gün yerine gece kelimesi zikredilmiştir. Bakara sûresinde (2/51) bu buluşma süresi sadece “kırk gece” kaydıyla anılırken burada söz konusu sürenin otuz ve on gece olarak iki bölümde anılması ve böylece Bakara sûresindeki âyete bir ayrıntı ilâve edilmesi çeşitli şekillerde yorumlanmış olup (bk. İbn Atıyye, VII, 152-153; Râzî, XIV, 226), muhtemelen bu iki farklı süre, Hz. Mûsâ’nın kırk gece içinde kaydettiği iki ruhî ve mânevî gelişmeye işaret etmektedir. Otuz gecenin ibadet süresi, on gecenin ise Tevrat’ın inzâl edildiği süre olduğu da düşünülebilir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 585-586
 
A'râf Suresi - 143 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِمٖيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ قَالَ رَبِّ اَرِنٖٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَؕ قَالَ لَنْ تَرٰينٖي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰينٖيۚ فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكاًّ وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقاًۚ فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِنٖينَ
    ﴿١٤٣﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾143﴿
Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de rabbi onunla konuştuğunda o, “Rabbim! Bana görün; sana bakayım” dedi. Rabbi, “Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak; eğer o yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin” buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti; Mûsâ da bayılıp düştü. Kendine gelince dedi ki: “Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tövbe ettim; ben inananların ilkiyim.”

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Hz. Mûsâ, Tûr’daki bu olağan üstü buluşma sırasında, üç vahiy şeklinden biri olan vasıtasız vahiy ile yüce Allah’ın kelâmını alırken, aynı zamanda, kendisiyle konuşma lutfunda bulunan Allah’ı müşahede etmeyi, O’nu beden gözüyle görmeyi de diledi. Allah Teâlâ’nın, kullarına âhirette yüce zâtını göstereceği sahih hadislerle sabit olmakla birlikte (aş. bk.), Hz. Mûsâ bunun dünyada da mümkün olduğunu zannederek böyle bir dilekte bulundu. Fakat Allah, “Beni asla göremezsin” buyurarak bunun (dünyada) imkânsız olduğunu belirtti.
Âyette, itikadî mezhepler arasındaki önemli tartışmalara sebep olan kelâm (Allah’ın konuşması) ve rü’yetullah (Allah’ın beden gözüyle görülmesi) söz konusu edilmiş; Allah’ın Mûsâ ile konuştuğu; Mûsâ’nın O’nu görmek istemesi üzerine bunun asla mümkün olmadığı belirtilmiştir. Buna göre Allah konuşur ve O’nun seçkin kulları (peygamberler) bu konuşmayı işitebilir; fakat Allah asla görülmez. Âyetten çıkan bu açık bilgiye rağmen İslâm âlimleri hem kelâm sıfatını hem de rü’yet konusunu uzun uzun tartışmışlardır. Selef diye anılan ilk kelâmcılar ve onları takip eden sonraki Selefîler Allah’ın, –insanların kullandıklarına benzemeyen– harflerle ve sesle konuştuğunu ileri sürerken diğer kelâmcılar O’nun harfler ve sesler gibi konuşma araçlarına muhtaç olmadan konuştuğunu savunmuşlardır. Öte yandan, bütün İslâm bilginleri Allah’ın dünyada görülmesinin mümkün olmadığını kabul ederler. Sünnî âlimler, bir şeyin görülebilir olmasını onun var olma şartına bağlayarak varlığında şüphe bulunmayan Allah’ın âhirette görülmesinin aklen mümkün olduğunu ve mümin kullarına görüneceğini kabul ederken Mu‘tezile âlimleri aksini savunurlar (konu hakkındaki kelâmî tartışmalarla ilgili geniş bilgi için bk. Râzî, XIV, 229-234).
İbn Atıyye, “Rabbi onunla konuştu” ifadesini “Yani Allah Mûsâ’da bir idrak yarattı ve o bu idrakle Allah’ın zâtî bir sıfatı olan kelâmını işitti” şeklinde yorumlar. Kanaatimize göre bu, Allah’ın kelâmına ilişkin oldukça mâkul bir açıklamadır. Zira yine İbn Atıyye’nin belirttiği üzere, Allah’ın kelâmı hiçbir şekilde yaratılmışların sıfatına, yaratılmışlık özellikleri taşıyan hiçbir kelâma benzemez (ayrıca bk. Bakara 2/253).
Aynı müfessir Allah’ın görülmesiyle ilgili Ehl-i sünnet görüşünü de şöyle özetler: Allah’ın görülmesi aklen câizdir; çünkü O’nun, var olması itibariyle görülmesi mümkündür. Bir varlığın görülebilir olmasının yegâne şartı var olmaktır. Ancak dinî kaynaklar O’nun dünyada değil, âhirette görüleceğini bildirmiştir. Sonuç olarak Mûsâ, “Rabbim! Bana görün; sana bakayım” derken imkânsız olanı değil, câiz olanı istemiştir. Böyle olunca da, “Sen beni asla göremezsin” şeklindeki ilâhî cevap, mutlak olarak imkânsız olan bir isteği red anlamı taşımayıp, sadece Allah’ın dünyada görülemeyeceğini bildirir. Buna karşılık birçok hadiste Allah’ın âhirette mümin kulları tarafından görüleceği haber verilmiştir (Buhârî, “Mevâkıt”, 16, 26; “Ezân”, 129; “Tefsîr”, 50/2; “Rikāk”, 52; “Tevhîd”, 24; Müslim, “Fiten”, 95; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 20; Tirmizî, “Cennet”, 16; Müsned, III, 16; IV, 11, 12).
Allah’ın dağa tecelli etmesiyle ilgili olarak tefsirlerde farklı açıklamalar yapılmıştır (bk. İbn Atıyye, VII, 154-156). Sözlükte tecellî “perdenin veya örtünün açılması üzerine bir şeyin bütün gerçekliğiyle ortaya çıkması” demektir. İbn Âşûr’a göre (IX, 93) âyetteki bu kısım mecazi bir ifade olup muhtemelen bununla, dünya varlıkları ile aşkın güçler arasına Allah tarafından konulmuş bulunan perdelerin kaldırılması kastedilmiştir. Bu perdeler veya engeller kalkınca rabbânî güç ile dağ arasında bir ilişki doğmuş ve dağ paramparça olmuş; Allah’ın bir şekilde kendisini göstermesi veya kendisinden bir görüntüyü dağa yansıtması şeklinde cereyan eden bu olağanüstü olayı gören Hz. Mûsâ dehşete kapılarak kendinden geçip yere yığılmıştır. Ayılınca anlamıştır ki böyle bir tecelli kendisini bu kadar sarstığına göre, bu dünyanın şartları içinde, bu bedenî, hissî ve psikolojik yapısıyla Allah’ı görmeye asla tahammül edemeyecekti. Ayrıca, dağın bir bakıma denek olarak kullanıldığı bu tecrübe kendisi üzerinde gerçekleşseydi mahvolacaktı. Sonuç olarak Allah’tan, genel anlamda mümkün, fakat bu dünyada imkânsız olan bir şeyi istediği için tövbe etti ve kendi halkı veya o dönemdeki insanlar içinde ilk mümin kişinin kendisi olduğunu belirterek bir kez daha imanını Allah’a arzetti.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 586-588
 
A'râf Suresi - 144 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • قَالَ يَا مُوسٰٓى اِنِّي اصْطَفَيْتُكَ عَلَى النَّاسِ بِرِسَالَاتٖي وَبِكَلَامٖيؗ فَخُذْ مَٓا اٰتَيْتُكَ وَكُنْ مِنَ الشَّاكِرٖينَ
    ﴿١٤٤﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾144﴿
Allah, “Ey Mûsâ!” dedi, “Ben, mesajlarımı iletmek ve sözüme muhatap kılmak için insanlar arasından seni seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol.”

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Hz. Mûsâ’nın yüce Allah’ı görme dileğinin kabul edilmemesi karşısında, teselli mahiyetinde olmak üzere, Allah Teâlâ ona, iki büyük nimetini ikram etmek üzere onu seçtiğini, bu suretle kendisini diğer insanlardan üstün ve seçkin kıldığını hatırlatmış; bu nimetlerin kadrini bilip şükrünü eda etmesini istemiştir. Bu nimetlerden biri Mûsâ’ya tebliğler (risâlât) yani vahiyler gelmesi, diğeri de Allah’ın onunla vasıtasız olarak konuşmasıdır (kelâm).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 588
 
A'râf Suresi - 145 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَكَتَبْنَا لَهُ فِي الْاَلْوَاحِ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ مَوْعِظَةً وَتَفْصٖيلاً لِكُلِّ شَيْءٍۚ فَخُذْهَا بِقُوَّةٍ وَأْمُرْ قَوْمَكَ يَأْخُذُوا بِاَحْسَنِهَاؕ سَاُرٖيكُمْ دَارَ الْفَاسِقٖينَ
    ﴿١٤٥﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾145﴿
Levhalarda Mûsâ için her konuya dair öğüdü ve her şey hakkında gerekli açıklamaları yazdık. (Ve dedik ki “Bunlara sımsıkı sarıl; kavmine de o en güzel öğüt ve açıklamalara sarılmalarını emret. Yakında size yoldan çıkmışların yurdunu göstereceğim.”

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Yukarıda geçen “risâletler”in açıklaması mahiyetindeki bu âyette Tevrat’ın, “levhalar”da yazılı metinler halinde gönderildiğine ve onun içeriğine yani Mûsâ şeriatına işaret edilmektedir.
Elvâh “dörtgen biçimindeki tahta” anlamına gelen levha kelimesinin çoğulu olup burada, Mûsâ’ya bildirilen vahiylerin yazılı olduğu taş levhalar (tabletler) kastedilmiştir. Tevrat’ın Çıkış kitabında (24/12) Mûsâ’ya bildirilen “şeriat ve emirler”in taş üzerine yazılı olduğu bildirilir. Aynı kitabın 34. babında Mûsâ şeriatının esasını teşkil eden on emir ile diğer bazı hükümlerin iki taş levha üzerine yazılmasından söz edilir.
“Bunları (levhalarda yazılı buyrukları) kuvvetle tut” emriyle Hz. Mûsâ’dan, o levhaları kararlılıkla, sabır ve metanetle koruyup kollaması, uygulaması istenmiştir. “Kavmine de onların en güzelini almalarını emret” buyruğu ise Hz. Mûsâ’nın, –ikisi de meşrû olan– iki şeyden daha güzel ve faziletli olanını (meselâ kısas yerine affetmeyi) tercih etmesi veya kavminden, –biri yasaklanmış, diğeri emredilmiş olan– iki işten emredilmiş olanını yapmalarını ya da Tevrat sayfalarındaki –hepsi de güzel olan– ahkâmı almalarını istemesi gibi değişik şekillerde yorumlanmıştır (İbn Atıyye, VII, 160-161).
“Yoldan çıkmışların yurdu” ifadesinde kimlerin veya hangi ülkenin kastedildiği hususunda şu görüşler ileri sürülmüştür: a) Firavun yönetiminin hüküm sürdüğü Mısır; b) Âd, Semûd vb. toplulukların yaşadığı beldeler (Arap yarımadası); c) Hz. Mûsâ’nın peygamberliğini reddedenlere yurt olacak cehennem; d) Mûsâ’nın kendileriyle savaşmak görevini üstlendiği Amâlika ve diğer kavimlerce yurt edinilmiş olan ve bugünkü Suriye ile Filistin’i içine alan Diyârışam (İbn Atıyye, VII, 161). “Yurt” diye çevirdiğimiz dâr kelimesi helâk kelimesiyle karşılanarak ilgili cümle, “Size yoldan çıkmışların helâk oluşunu göstereceğim” şeklinde de açıklanmıştır (Şevkânî, II, 279).
Âyetlerin siyak ve sibakı (bağlamı) dikkate alındığında bunlar içinde tercihe şayan olanın son görüş olduğu söylenebilir. İbn Âşûr’a göre bu âyette Hz. Mûsâ ve kavmine, Allah’ın kendilerine vaad ettiği mukaddes toprakları fethedeceklerinin müjdelendiği bildirilmektedir. Nitekim Tevrat’ta konuyla ilgili olarak şöyle denilmektedir: “Ve Rab Mûsâ’ya söyledi: ... Senin zürriyetine vereceğim diye ant ettiğim diyara buradan çık; Kenanlı ve Amori ve Hitti ve Perizzî ve Hivî ve Yesûbîleri kovacağım...” (Çıkış, 23/1 vd.).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 588-589
 
A'râf Suresi - 146-147 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • سَاَصْرِفُ عَنْ اٰيَاتِيَ الَّذٖينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّؕ وَاِنْ يَرَوْا كُلَّ اٰيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَاۚ وَاِنْ يَرَوْا سَبٖيلَ الرُّشْدِ لَا يَتَّخِذُوهُ سَبٖيلاًۚ وَاِنْ يَرَوْا سَبٖيلَ الْغَيِّ يَتَّخِذُوهُ سَبٖيلاًؕ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِلٖينَ
    ﴿١٤٦﴾
  • وَالَّذٖينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَلِقَٓاءِ الْاٰخِرَةِ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْؕ هَلْ يُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَࣖ
    ﴿١٤٧﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾146﴿
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden mahrum edeceğim. Onlar, bütün mûcizeleri görseler de iman etmezler; doğruluk yolunu görseler onu izlemezler. Fakat eğrilik yolunu görürlerse hemen ona saparlar.” Bu durum, onların âyetlerimizi yalan saymalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir.

﴾147﴿
Halbuki âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı asılsız sayanların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar, sadece yapmakta olduklarından dolayı cezalandırılırlar.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Bir görüşe göre bu iki âyet (son cümle hariç), yüce Allah’ın Hz. Mûsâ’ya yukarıdaki hitabının devamıdır. Buna göre ilkindeki “âyetler”den maksat Mûsâ şeriatı, “arz”dan maksat Diyârışam, “arzda haksız yere böbürlenenler” de bu ülkede yaşayan Amâlika ve diğer kavimlerdir.
Âyetteki bilgiye göre söz konusu topluluklar, gaflet ve dalâlete boğulmuş bir vaziyette Allah’ın âyetlerini yalanladıkları için hiçbir mûcizeye inanmaz, doğru yolu reddeder, fakat azgınlık yolunu kolaylıkla benimserlerdi; böylece onlar fıtrattan ve haktan sapmış bir topluluk idi. Bu toplumda böyle bir inkâr, fenalık, kibir ve gafletin hâkim olması sebebiyle yüce Allah, değişmez yasaları uyarınca, onları âyetlerinin doğruluğunu kavrayıp benimsemekten de mahrum bırakmıştır. İnsan, iyi niyetli olur, hayır ve hakikat sevgisi taşır, bu yolda çaba harcarsa Allah da ona hayır ve hakikatin yollarını açar (Ankebût 29/69); aksine, kötü niyetli olur, kibir ve gurura kapılarak yanlış inançlarını ve kötü gidişatını inatla sürdürme gafletini gösterirse Allah da onu “âyetler”inden uzaklaştırır, iman edip halini düzeltmekten mahrum bırakır. Kur’an’ın birçok yerinde olduğu gibi burada da kibir ve inadı yüzünden “doğru yol”u seçmekten imtina edip “azgınlık yolu”nda ısrar eden kişi ve toplumların hidayetten yoksun bırakılmalarının ilâhî bir kanun olduğu vurgulanmıştır.
Başka bir yoruma göre bu iki âyet, Mûsâ’nın faaliyetlerini anlatan bölüm içinde, Mekke toplumuyla ilgili bir “mu‘tarıza” yani ara açıklamadır. Buna göre, bir önceki âyette fâsıklardan söz edilmişken, bu arada, Arap müşriklerinin doğru yolu reddedip azgınlık yolunu tercih eden kibirli ve inatçı tutumları hatırlatılarak, onların da aynı fâsıklar zümresinin bir parçası oldukları anlatılmıştır (İbn Âşûr, XI, 103-104).
İlk âyetteki “doğruluk yolu” (sebîle’r-rüşd), Kur’an’da sık sık iman ve sâlih amel kavramlarıyla özetlenen bütün iyilik ve güzellikleri; “azgınlık yolu” (sebîle’l-gayy) ise, başta inkârcılık, putperestlik ve münafıklık olmak üzere, bütün dalâlet, fesad ve şer çeşitlerini kapsamaktadır. Buna göre fıtratları dejenere olmamış kişiler ve toplumlar, bazı yanılgılar içinde olsalar bile, inanç ve yaşayışta doğru yolun ne olduğu kendilerine anlatıldığında, kibre kapılıp inatlaşmadan, anlatılanlar üzerinde düşünür taşınır, gerçeği kabul ederler. Buna mukabil ilkel duyguları, tutkuları ve çıkarları basîretlerini, vicdanlarının sesini bastırmış olanlar ise kör bir inkâr ve red psikolojisiyle doğrulara ve iyilere karşı çıkar, bu gerçekleri kendilerine bildiren Allah’ın âyetlerini ve yaptıklarının karşılığını bulacakları âhiret hakkındaki haberleri yalanlayıp inkâr ederler.
Bu iki âyette, Kur’an’ın mahkûm ettiği bir toplumun temel özelliklerini görmek mümkündür. Bu özellikler, üzerinde düşünülmesi gereken tebliğler konusunda tekebbüre kapılmak, bunun sonucu olarak âyetlere yani ne kadar güçlü olursa olsun delillere inanmamak, doğru yolu reddetmek, azgınlık yoluna sımsıkı sarılmak, Allah’ın âyetlerini yalanlamak, sürekli gaflet halinde bulunmak yani aklı ve zihni kullanmaktan ısrarla kaçınmak, hesapların görüleceği “âhiret buluşması”nı inkâr etmek şeklinde özetlenebilir. İnkârcıların, bütün bu kötü hallerinin bir sonucu olarak, dıştan bakıldığında iyi ve yararlı görünenleri de dahil olmak üzere, bütün amelleri, faaliyetleri tamamen boşa gidecek, âkıbetleri dünyada da âhirette de hüsran olacaktır; bu, onlar için bir haksızlık değil, yalnızca yapıp ettiklerinin karşılığıdır.




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 589-590
 
A'râf Suresi - 148 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاتَّخَذَ قَوْمُ مُوسٰى مِنْ بَعْدِهٖ مِنْ حُلِيِّهِمْ عِجْلاً جَسَداً لَهُ خُوَارٌؕ اَلَمْ يَرَوْا اَنَّهُ لَا يُكَلِّمُهُمْ وَلَا يَهْدٖيهِمْ سَبٖيلاًۘ اِتَّخَذُوهُ وَكَانُوا ظَالِمٖينَ
    ﴿١٤٨﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾148﴿
(Tûr’a giden) Mûsâ ayrıldıktan sonra kavmi, ziynet eşyalarından, böğürebilen bir buzağı heykelini (tanrı) edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor ne de onlara yol gösteriyor! Onu (tanrı olarak) benimsediler ve zulümde karar kıldılar.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


İsrâiloğulları daha önce Hz. Mûsâ’dan, tapmaları için kendilerine bir put yapmasını istemişler, bu yüzden Mûsâ onları şiddetle eleştirmiş ve uyarmıştı. Bu defa da, Mûsâ’nın kırk gün süren Tûr’da bulunuşu sırasında, Hz. Hârûn’un ısrarla karşı koymasına rağmen, böğürme şeklinde sesler de çıkarabilen bir buzağı heykelini tanrı edinerek ona tapmaya başladılar. Bugünkü Tevrat’ta bu buzağı heykelini yapanın Hârûn olduğu ileri sürülür. Tevrat’a göre, Mûsâ’nın gecikmesi üzerine kavmi Hârûn’un yanında toplanarak ondan kendileri için bir tanrı yapmasını istemişler; o da herkesin elindeki altın küpeleri getirterek bunlardan bir buzağı heykeli yapmıştır (Çıkış, 32/1-2). Bir peygamberin, put yaparak şirk inancına hizmet ettiğini ileri süren böyle bir iddia büyük bir iftira olup Tevrat’taki bu ifadelerin bir tahrif eseri olduğunda kuşku yoktur. Nitekim Kur’an-ı Kerîm, altın buzağıyı yapanın Sâmirî adında biri olduğunu açıkça bildirerek Hârûn aleyhisselâmı böyle bir bühtandan kurtarmıştır (Tâhâ 20/85-97).
Söz konusu altın buzağı heykelini Sâmirî denilen bir kuyumcu icat ettiği halde, İsrâiloğulları da bunu istedikleri, hatta belki de –Tevrat’taki bilgilere göre– onun malzemesini kendileri temin ettikleri için âyette bu suç hepsine nisbet edilmiştir. Bir rivayete göre Hz. Mûsâ Tûr’a giderken, kavmine otuz gün sonra döneceğini söylemiş; ancak on gün daha orada kalması gerekince, itibarlı bir kişi olan Sâmirî, yanında Mısırlılar’dan kalma bir buzağı heykeli bulunduğunu bildirerek halktan ona tapmalarını istemiş; onlar da bunu kabul etmişlerdir. Yüce Allah, “Görmediler mi ki o (buzağı heykeli), onlarla ne konuşuyor ne de onlara yol gösteriyor!” buyurarak böyle bir nesneyi tanrı sayıp ona tapmalarının ahmakça bir tutum olduğuna işaret etmiştir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 594-595
 
A'râf Suresi - 149 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلَمَّا سُقِطَ فٖٓي اَيْدٖيهِمْ وَرَاَوْا اَنَّهُمْ قَدْ ضَلُّواۙ قَالُوا لَئِنْ لَمْ يَرْحَمْنَا رَبُّنَا وَيَغْفِرْ لَنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرٖينَ
    ﴿١٤٩﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾149﴿
Pişman olup kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını anlayınca da dediler ki: “Eğer rabbimiz, bize acımaz ve bizi bağışlamazsa mutlaka ziyana uğrayanlardan olacağız!”

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Hz. Mûsâ Tûr’dan dönüp de kavminin bu tutumlarıyla dinden saptıklarını kendilerine bildirdikten sonra, onları azarlayıp buzağı heykelini ateşe attığında, kavmi yaptıklarına pişman olarak, Allah’ın merhametinden başka kurtuluş imkânları olmadığını anladılar.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 595
 
A'râf Suresi - 150 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلَمَّا رَجَعَ مُوسٰٓى اِلٰى قَوْمِهٖ غَضْبَانَ اَسِفاًۙ قَالَ بِئْسَمَا خَلَفْتُمُونٖي مِنْ بَعْدٖيۚ اَعَجِلْتُمْ اَمْرَ رَبِّكُمْۚ وَاَلْقَى الْاَلْوَاحَ وَاَخَذَ بِرَأْسِ اَخٖيهِ يَجُرُّهُٓ اِلَيْهِؕ قَالَ ابْنَ اُمَّ اِنَّ الْقَوْمَ اسْتَضْعَفُونٖي وَكَادُوا يَقْتُلُونَنٖيؗ فَلَا تُشْمِتْ بِيَ الْاَعْدَٓاءَ وَلَا تَجْعَلْنٖي مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمٖينَ
    ﴿١٥٠﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾150﴿
Mûsâ kızgın ve üzgün olarak kavmine dönünce, “Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?” dedi. Tevrat levhalarını yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. Hârûn, “Ey anam oğlu! Senin bu kavmin beni cidden zayıf gördüler; neredeyse beni öldüreceklerdi! Sen de şimdi düşmanları bana güldürme ve beni zalim kavimle bir tutma!” dedi.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


İbn İshak’tan nakledilen bir yoruma göre Hz. Mûsâ Tûr’dan dönünceye kadar kavminin buzağı heykeline taptığını bilmiyordu. İbn Cerîr et-Taberî’ye göre ise Mûsâ Tûr’da iken Allah onu, kavminin böyle bir fitneye bulaşmış olduğundan haberdar etmişti. Tâhâ sûresinin 85. âyeti de Taberî’nin bu görüşünü desteklemektedir. Tevrat’taki bilgiler de aynı yöndedir (Çıkış, 32/7-8). Mûsâ daha önce kavmini putperestlik konusunda sürekli uyardığı halde, kısa bir süre onlardan ayrılınca bütün bu uyarıları unutarak tevhid inancından sapmaları onu son derece sarsmıştı. Bu sebeple Tûr’dan öfkeli bir vaziyette döndü ve onlara, kendisinin bulunmadığı süre içinde çok kötü bir iş yaptıklarını ifade ederek hem kavmini hem de yerine bıraktığı Hz. Hârûn’u suçladı. Zira kavmi putperestliğe sapmış, Hârûn da (Mûsâ’nın kanaatine göre) vekâlet görevini yerine getirmekte ve kavmini doğru dürüst yönetmekte kusur etmişti.
Âyetteki “Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?” sorusu değişik şekillerde açıklanmıştır: a) Allah’ın hükmünü, yasasını uygulamakta veya beklemekte kusur ettiniz; acele davranarak O’nun yasasını değiştirip bozdunuz. b) Allah’ın tehdidine ve gazabına uğramakta acele ettiniz.
Tâhâ sûresinin “Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Peki size bu süre çok mu uzun geldi, yoksa rabbinizin gazabına uğramak istediniz de onun için mi bana verdiğiniz sözden döndünüz!” meâlindeki 86. âyeti de son yorumu desteklemektedir.
Hz. Mûsâ bu suretle kavmini suçlayarak, son derece sarsılmış bir hâletirûhiye içinde elindeki Tevrat levhalarını yere attı. Aynı duyguların tesiriyle, bu olayda kusurlu olduğunu düşündüğü ve halkın, Sâmirî’ye aldanarak buzağı heykeline tapmasına göz yumduğunu zannettiği (Şevkânî, II, 283) Hârûn’un başından veya saçlarından tutup kendisine doğru çekti; Tâhâ sûresinin 92-93. âyetlerinde bildirildiğine göre, en azından onun, kendisine gelerek durumu haber vermesi gerektiği halde bunu bile yapmadığını söyleyerek onu görevini yapmamakla suçladı. Hârûn da “Ey anam oğlu!…” diyerek merhamet duygusuna hitap ettiği Mûsâ’ya, görevini yapmaya çalıştığını, hatta bu uğurda hayatını bile tehlikeye soktuğunu, fakat İsrâiloğulları’na söz geçiremediğini ifade etti. Diğer bir âyette (Tâhâ 20/94) haber verildiğine göre Hârûn, kavmini altın buzağıya tapmaktan alıkoymak için başka önlemler almayı da düşünmüş; fakat işin iyice çığırından çıkarak halk arasında bir parçalanmaya kadar varmasından, Mûsâ’nın da kendisini, halkı birbirine düşürmekle suçlamasından kaygı duymuştu. Hârûn, bütün bu açıklamalardan sonra Mûsâ’dan, hareketi ve sözleriyle kendisini hırpalayarak, yaptıklarına karşı çıktığı için ona kızgın olan “zalimler” (buzağı heykeline tapanlar) karşısında kendisini gülünç duruma düşürmemesini, onlarla aynı kefeye koymamasını istedi.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 595-596
 
A'râf Suresi - 151 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • قَالَ رَبِّ اغْفِرْ لٖي وَلِاَخٖي وَاَدْخِلْنَا فٖي رَحْمَتِكَؗ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَࣖ
    ﴿١٥١﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾151﴿
Mûsâ, “Ey rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine garkeyle! Sen merhametlilerin en merhametlisisin” dedi.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Hârûn’un duygusal bir üslûpla yaptığı bu açıklamalardan etkilenerek sakinleşen Mûsâ, muhtemelen kendi öfkeli tavrından, ne yaptığını bilmeyerek Tevrat levhalarını yere atmasından ve ayrıca Hârûn’un olabilecek bazı kusurlarından dolayı hem kendisi hem de kardeşi için Allah’tan af ve mağfiret diledi.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 596
 
A'râf Suresi - 152 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اِنَّ الَّذٖينَ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ سَيَنَالُهُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَذِلَّةٌ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاؕ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُفْتَرٖينَ
    ﴿١٥٢﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾152﴿
(Allah buyurdu ki “Buzağıya tapanlar yok mu, işte onlara mutlaka rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir.” Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Allah Teâlâ’nın altın buzağıya tapanlara gazap etmesi, onları cezalandırması anlamına gelir; onların dünya hayatında zillete uğratılması ise, düşmanları karşısında mağlûp duruma düşmeleri veya isyankârlıkları sebebiyle, kendilerine vaad edilen kutsal topraklardan mahrum bırakılarak vatansız duruma düşürülmeleridir. Âyetin “Biz iftiracıları böyle cezalandırırız” ifadesindeki “iftira”dan maksat, bir kimsenin asılsız olduğunu bile bile bir iddiada bulunmasıdır. İsrâiloğulları, hiçbir aklî ve naklî delile dayanmadan, âdi bir nesneden ibaret olan buzağı heykeline tanrılık vasfı yükleyip ona taptıkları için, onların bu tutumları iftira olarak nitelendirilmiştir. Aynı ifadeden, yüce Allah’ın yalnız İsrâiloğulları’nı değil, Allah’ın dışında tanrılar uyduran veya buna benzer yakıştırmalara kalkışan başka toplumları da gazabına ve zillete uğratmasının, O’nun mutlak bir kanunu olduğu anlaşılmaktadır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 597
 
A'râf Suresi - 153 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَالَّذٖينَ عَمِلُوا السَّيِّـَٔاتِ ثُمَّ تَابُوا مِنْ بَعْدِهَا وَاٰمَنُواؗ اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحٖيمٌ
    ﴿١٥٣﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾153﴿
Kötülükler yaptıktan sonra ardından tövbekâr olup da iman edenlere gelince, şüphesiz ki, o tövbe ve imandan sonra rabbin elbette bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


İbn Atıyye’nin kaydettiği bir yoruma göre (VII, 170) inkâr dışındaki günahlardan dolayı yapılan tövbenin makbul sayılması için önce imana sahip olmak gerekir. Halbuki âyette “iman” kelimesi “tövbe” kelimesinden sonra gelmiştir. Şu halde buradaki tövbe ile, günahlardan tövbe değil, inkârcılıktan tövbe etmek kastedilmiş; bu yüzden de önce tövbe, ardından da iman kelimesi zikredilmiştir. Çünkü kâfir iken iman etme, inkârcılıktan dolayı tövbe edip imana dönmek anlamını taşır. Buradaki “iman edenler”i “imanda sebat edenler” diye anlamak da mümkündür.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 597
 
A'râf Suresi - 154 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلَمَّا سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ اَخَذَ الْاَلْوَاحَۚ وَفٖي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِلَّذٖينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ
    ﴿١٥٤﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾154﴿
Mûsâ’nın öfkesi yatışınca levhaları aldı. Onlardaki yazılarda, rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet (hükümleri) vardı.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Nüsha kelimesi, “bir asıl metinden çıkarılan kopya, o metnin yeniden yazılmış şekli” anlamına gelir. İkisine birden kopya denildiği de olur. Bu sebeple ilgili kısmı, “bu tekrar yazılmış metinlerde” diye çevirmeyi uygun bulduk. Bu nüsha kelimesini dikkate alan müfessirler, Mûsâ’ya vahyin taş levhalar üzerine yazılmış olarak geldiğini, Mûsâ’nın yere atmasıyla bu levhalar kırıldığı için yeni bir nüshasının yazılmış olabileceğini düşünmüşlerdir. Tevrat’ın verdiği bilgiler de bu yöndedir (Tesniye, 9/10-11, 10/1-5). Bu levhalarda, yüce Allah’ın, kendisinden korkanlara, yani O’na iman edip buyruklarıyla amel edenlere, hidayet ve rahmetini kazanmaları için gönderdiği hükümler vardı. Buradaki “hidayet” (hüden) ve “rahmet” kelimeleri, bir ilâhî kitabın ve onunla ortaya konan dinin bütün işlevlerini özetler mahiyettedir. Zira hidayet ancak sahih iman ve sâlih amellerle gerçekleşir; bu da insanların, fert ve toplum olarak rahmete yani yüce Allah’ın hidayet üzere yaşayanlara bahşedeceği engin sevgisinin eseri olarak, dünya ve âhiret hayatında huzurlu ve mutlu olmaya götürür.
Âyette, öfkenin insanlara doğru olmayan işler yaptırdığına dolaylı bir işaret vardır. Nitekim Mûsâ’nın öfke sebebiyle Tevrat levhalarını yere atması, bilinçsizce yapılmış yanlış bir iş olduğu için, öfkesi yatışınca bunun farkına vararak yerdeki levhaları tekrar eline almış ve af dilemiştir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 597-598
 
A'râf Suresi - 155-156 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاخْتَارَ مُوسٰى قَوْمَهُ سَبْعٖينَ رَجُلاً لِمٖيقَاتِنَاۚ فَلَمَّٓا اَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ قَالَ رَبِّ لَوْ شِئْتَ اَهْلَكْتَهُمْ مِنْ قَبْلُ وَاِيَّايَؕ اَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَـهَٓاءُ مِنَّاۚ اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُكَؕ تُضِلُّ بِهَا مَنْ تَشَٓاءُ وَتَهْدٖي مَنْ تَشَٓاءُؕ اَنْتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الْغَافِرٖينَ
    ﴿١٥٥﴾
  • وَاكْتُبْ لَنَا فٖي هٰذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ اِنَّا هُدْنَٓا اِلَيْكَؕ قَالَ عَذَابٖٓي اُصٖيبُ بِهٖ مَنْ اَشَٓاءُۚ وَرَحْمَتٖي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍؕ فَسَاَكْتُبُهَا لِلَّذٖينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَالَّذٖينَ هُمْ بِاٰيَاتِنَا يُؤْمِنُونَۚ
    ﴿١٥٦﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾155﴿
Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte buluşmak üzere kavminden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş deprem yakalayınca Mûsâ dedi ki: “Ey rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce helâk ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir; onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin.

﴾156﴿
Bize bu dünyada da âhirette de iyilik yaz! Şüphesiz biz sana yöneldik.” Allah buyurdu ki: Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır; ayrıca rahmetimi Allah korkusu taşıyanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Hz. Mûsâ, İsrâiloğulları’nın on iki oymağından (sıbt) seçtiği yetmiş kişiyi yanına alarak, kavminin altın buzağıya tapmalarından dolayı af dilemeleri, dua ve niyazda bulunmaları için, Allah’ın kendisiyle konuştuğu mekân olmasıyla kutsallık kazanmış bulunan Tûrisînâ’ya ikinci defa gitti. Tevrat’ta (meselâ bk. Çıkış, 24/1 vd., 32/1 vd.; Tesniye, 9/9, 18; 10/10) verilen bilgilere göre Rab, Mûsâ ile iki defa buluşma vakti tayin etmiş; Rabbin buyruğu uyarınca Mûsâ birinci buluşmada yanına İsrâiloğulları’nın ileri gelenlerinden yetmiş kişi almıştır. Tevrat’ta Mûsâ’nın ikinci buluşmada yanına yine yetmiş kişi alıp almadığına ilişkin bilgi yoktur. İbn Âşûr, ikinci buluşmayı ilkinin tamamlayıcısı gibi düşünerek, Mûsâ’nın bu buluşmaya da yetmiş kişi götürmesinin Tevrat’a göre mümkün olduğunu ifade eder; Kur’an’da ise bu husus sarahatle belirtilmiştir. Kur’an’da Mûsâ’nın, Tûr’daki ilk buluşmasında, dağın sallanmasıyla kendinden geçip yere yığıldığı bildirilirken, söz konusu yetmiş kişinin orada bulunup bulunmadığından ve onların da bu sarsıntıdan etkilendiğinden söz edilmemekte; fakat bu durumun ikinci ziyaret sırasında gerçekleştiği bildirilmektedir. İbn Âşûr, yine Tevrat ile Kur’an’daki bilgileri birleştirerek, yetmiş kişilik topluluğun ilk ziyarette de Mûsâ’nın yanında bulunduğunu, Mûsâ gibi onların da sarsıntıdan yere yığıldıklarını kabul etmektedir (VII, 123-124).
Fahreddin er-Râzî, ikinci ziyaret esnasında söz konusu yetmiş kişinin müthiş bir sarsıntıyla bayılıp düşmelerinin sebebine ilişkin olarak müfessirlerden şöyle bir bilgi aktarır: Mûsâ yetmiş kişiyi Tûr’a götürdü. Dağa yaklaştıklarında bütün dağı bir bulut sütunu kapladı. Mûsâ bu bulutun içine girdi; onun isteği üzerine diğerleri de bulutun içine girerek hep birlikte secde ettiler; Allah’ın Mûsâ’ya “şunları yap, şunları yapma...” gibi emirlerini ve yasaklarını duydular. Bulut çekilince, “Ey Mûsâ! Allah’ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız” dediler (Bakara 2/55). İşte bu yüzden onları sarsıntı çarptı (XV, 17). Bu olay kısmen Tevrat’ta da anlatılmakta, ancak orada olay ilk ziyaretin anlatıldığı bölümde geçmektedir (Çıkış, 24/ 15-18).
Hz. Mûsâ, muhtemelen kavmiyle birlikte yanındaki yetmiş kişinin de daha önce buzağı heykeline tapmak suretiyle ağır bir suç işlediklerini; ayrıca kendisinin, Tûr’daki ilk bulunuşu sırasında Allah’tan kendisini görmek istemesinin de bir kusur olduğunu dikkate alarak, “Ey rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce helâk ederdin” dedi.
“Beyinsizler” diye çevirdiğimiz 155. âyetteki süfehâ’ kelimesi, “cahillik, ahmaklık, akılsızlık, beyinsizlik, malı boş yere harcama veya barbarlık, küstahlık” gibi anlamlara gelen sefeh kelimesinden sefîhin çoğuludur. Sefîh “akıllı, olgun ve ağır başlı davranışlarıyla uygar olduğunu gösteren kişi” anlamındaki halîmin, fıkıh dilinde ise “belli bir zihnî olgunluk düzeyine erişmiş kişi” mânasındaki reşîdin zıddıdır. Türkçe’de sefihin karşılığı olarak genellikle “akılsız, beyinsiz” deyimleri kullanılmaktadır. Âyette süfehâ’ kelimesiyle, buzağı heykeline taparak ahmak ve akılsız oldukları gibi tutum ve davranışlarıyla aynı zamanda küstah, hoyrat ve barbar olduklarını da ortaya koyanlar kastedilmiştir. Mûsâ’nın, “(Allahım!) İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk edecek misin?” şeklindeki yakarışından, İsrâiloğulları arasında, kendisiyle birlikte, buzağıya tapmayan daha başka kimselerin de bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak Mûsâ, bunların söz konusu kötülüğü önlemek hususunda yeterince çaba harcamadıklarını düşündüğü için Cenâbı Hakk’a böyle bir yakarışta bulunmuş olmalıdır.
Bu altın buzağı olayı ve ona bağlı gelişmelerin hepsi temelde Allah’ın takdiriyle vuku bulduğu için Hz. Mûsâ, “Bu iş senin imtihanından başka bir şey değildir” diyerek olayı ilâhî bir imtihan olarak algılamış; son planda dalâletin de hidayetin de Allah’tan geldiğini kabul ederek kendisi ve halkı için rahmet ve mağfiret niyaz etmiş, dünyada ve âhirette iyilik dilemiştir. Bunun üzerine yüce Allah da, “Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır” buyurmuştur.
156. âyette geçen rahmet, “acınan kimseye iyilik etme sonucunu doğuran acıma hissi” şeklinde tanımlanır. Buna göre rahmet kavramının kapsamında hem acıma hem de iyilik ve ikramda bulunma vardır. Esasen rahmet ve merhamet temelde Allah’ın sıfatı olup insan ve diğer canlılardaki merhamet duygusu da Allah’ın onlara rahmet veya merhametinin bir sonucudur. Allah’ın rahmân ve rahîm isimleri de rahmet kelimesinden türetilmiş olup dünya ve âhirette bütün varlıklara olan lutuflarını ifade eder (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “rhm” md.). İsfahânî, konumuz olan âyetteki “... rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır; ayrıca rahmetimi Allah korkusu taşıyanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım” şeklindeki ifadeden rahmetin dünyada müminiyle kâfiriyle herkesi kuşattığı, âhirette ise yalnızca müminleri kapsayacağı anlamının çıktığını belirtir.
Buna göre 156. âyette yüce Allah, kullarından ancak bir kısmının azaba mâruz kalacaklarını; buna karşılık bütün mevcudatın, dünyada varlık sahnesine çıkışlarından itibaren kendi rahmetinden pay aldıklarını ve liyakatlerine göre alacaklarını bildirmiştir. Şu halde başlangıçta rahmetten pay almayan hiçbir şey yoktur ve ancak azabı hak edenlere, ilâhî iradenin azaba müstahak gördüklerine, rahmetin ardından azap isabet edecektir. Sonuç olarak rahmet asıl, azap tâlîdir. Nitekim En‘âm sûresinde (6/12) “O, kendi üzerine (kulları için) rahmeti yazmıştır” buyurularak bu hususa işaret edilmiştir. İnsan da dahil olmak üzere her varlık, var olmakla rahmete mazhar olmuştur. Fakat insan, özgür ve ahlâkî varlık olarak, inanç ve eylemlerinin değerine göre azabı da rahmeti de hak edebilir. Böylece Hz. Mûsâ’nın, “Bize bu dünyada da âhirette de iyilik yaz” şeklindeki duasına karşılık Allah, “Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır” buyurmak suretiyle, bir yandan ona, onun ümmetinden sâlih kişilere geniş bir rahmet ümidi vermekle birlikte, bunun kendisi için bir zorunluluk olmadığını hatırlatma mahiyetinde, azabının da dikkate alınmasını istemiş; ardından da azaptan koruyup rahmete mazhariyet kazandıracak iyi hallere birkaç örnek olmak üzere, takvâ ehlinden olmak, zekâtı vermek ve âyetlere inanmayı sürdürmek gerektiğine işaret buyurmuştur.
Zemahşerî, Allah Teâlâ’nın kendileri için rahmet yazdığı zümrenin, ileride (âhir zamanda) yaşayacak ve Hz. Muhammed’in ümmetine katılacak İsrâiloğulları olduğunu ifade eder (II, 165). Aşağıdaki âyet bu görüşü desteklemektedir. Ancak bu anlayış, âyetin hükmünün umumîliğine engel değildir. Yani yüce Allah, iman ve iyi halleriyle rahmete lâyık olan herkes gibi Hz. Muhammed’e inanıp müslüman olan İsrâiloğulları’nı da rahmetinin kapsamına alacaktır.
156. âyette geçen ve “Şüphesiz biz sana yöneldik” şeklinde meâli verilen cümleyi “Şüphesiz biz tövbe etmiş olarak sana geldik” diye çevirmek de mümkündür.

Kaynak :
 
A'râf Suresi - 157 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اَلَّذٖينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْاُمِّيَّ الَّذٖي يَجِدُونَهُ مَكْتُوباً عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْجٖيلِؗ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهٰيهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَٓائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ اِصْرَهُمْ وَالْاَغْلَالَ الَّتٖي كَانَتْ عَلَيْهِمْؕ فَالَّذٖينَ اٰمَنُوا بِهٖ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّـذٖٓي اُنْزِلَ مَعَهُٓۙ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَࣖ
    ﴿١٥٧﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾157﴿
Onlar, ellerindeki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere uyarlar. Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten meneder; yine onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını kaldırır, üzerlerindeki zincirleri çözer. O peygambere inanan, onu koruyup destekleyen, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura uyanlar, işte bunlardır kurtuluşa erenler.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Bu ve bundan sonra gelecek âyette Hz. Peygamber’in niteliği olarak kullanılan ümmî kelimesinin kökü ve anlamı hakkında üç farklı görüş ileri sürülmüştür: a) Ümmülkurâ (Mekke) ismine nisbetle “Mekkeli” anlamında; b) Ümmet (millet) kelimesine nisbetle “Arap milletinden” (çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen bir topluma mensup) anlamında; c) Ümm (anne) kelimesine nisbetle “annesinden doğduğu gibi, annesi gibi” (okuma-yazma bilmeyen) anlamında (İbn Atıyye, VII, 177-178).
Son görüş daha çok benimsenmiştir. Zira İslâm öncesi Arap toplumunda erkekler arasında, az da olsa, okur yazarlar bulunmasına karşılık kadınlardan hemen hemen hiç kimse okuma yazma bilmezdi. Bundan dolayı ümmî kelimesi genellikle Hz. Peygamber’in en azından başlangıçta okuma yazma bilmediğini, dolayısıyla tebliğ ettiği din ile ilgili bütün bilgilerini yalnızca Allah’tan almış olduğu gerçeğini ifade eder.
Yine her iki âyette yan yana zikredilen resul ve nebî kelimelerinin anlamları ve aralarında farklılık bulunup bulunmadığı hususu, kelâm ilminin önemli meselelerinden olup bu konuda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Nebî kelimesi, türetilmiş olabileceği iki farklı köke göre iki ayrı anlama gelir. Nbv (ulu, üstün ve şerefli olma) kökünden nebî (en-nebiyyü) “yüce, ulu ve şerefli kişi”; nbe (haber alma, haber iletme) kökünden nebî’ ise (en-nebîü, ki bu da “en-nebiyyü” şekline dönüşmüştür) “haber alan, haber ileten” anlamına gelir. Buna göre peygamberler, insanlar içinde en yüce ve en şerefli kişiler oldukları veya Allah katından haberler getirdikleri ve bunları ümmetlerine ilettikleri için nebî olarak adlandırılmışlardır.
Nebî kelimesinin türetilişi ve kök anlamlarıyla ilgili bu farklılığa rağmen terim anlamı konusunda önemli bir görüş ayrılığı yoktur. Bu hususta yapılan açıklamalardan şu tanımı çıkarmak mümkündür: Nebî, “Allah tarafından seçilip gönderilen, yeni bir din bildirmeyip, Allah’tan aldığı vahiy ile daha önceki peygamberin getirdiği dini yaşatmakla görevlendirilen kişi”dir.
Resul kelimesi ise genellikle “bir kişinin veya makamın, bir görev yükleyerek kendisinden bunu yerine getirmesini istediği veya önemli bir haber, mesaj ya da bilgi vererek bunu başka kişi veya kişilere ulaştırmasını emrettiği elçi” anlamında kullanılır. Nitekim kavram, bu genel anlamıyla Kur’an-ı Kerîm’de geçmektedir (Neml 27/35); ayrıca yine aynı anlamda melekler için de kullanılmıştır (Hûd 11/69, 81; Tekvîr 81/19). Resul kelimesinin İslâmî terminolojideki anlamlarına gelince, bu husustaki tanımlar, “Allah tarafından kendisine bir kitap indirilen, bu kitabın içerdiği bilgi ve hükümleri insanlara tebliğ etmekle yükümlü kılınan kişi” şeklinde özetlenebilir.
Başta Mu‘tezile ulemâsı olmak üzere bazı İslâm âlimleri nebî ile resul kavramları arasında fark bulunmadığını iddia etmişlerse de çoğunluk bunların değişik anlamlarda kullanıldığı kanaatindedir. Bu ayırımı yapanların iki kavram arasındaki farklarla ilgili görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür: Resul kavramı nebîden daha geneldir. Zira nebîlerin sahip olduğu tebliğ özelliği resuller için de geçerlidir; halbuki resullerin sahip olduğu risâlet (yeni kitap ve hükümler getirme) özelliği nebîlerde yoktur. Buna göre nebî sadece kendisinden önceki bir peygambere indirilmiş olan kitap ve hükümleri yaşatıp devam ettiren peygamber olduğu halde resul, kendisine özel bir kitap vahyedilmiş olan ve önceki şeriatların hükümlerini kısmen ortadan kaldıran peygamberdir. Şu halde her resul nebî olduğu halde her nebî resul değildir. Meselâ Hz. Muhammed hem resul hem de nebîdir. Başka bir açıdan ona, Allah ile ilişkisi bakımından, O’nun elçisi olduğu için resul; kullarla ilişkisi bakımından, onlara Allah’ın hükümlerini ulaştırıp bildirdiği için nebî denilmiştir.
Âyette “O ümmî Peygamber’e uyarlar” ifadesiyle Hz. Muhammed zamanında ve daha sonraki devirlerde yaşayıp ona iman etmiş olan yahudiler ve hıristiyanlar kastedilmiş; bunların kutsal kitapları olan Tevrat ve İncil’de Hz. Muhammed hakkında bilgiler bulunduğu belirtilmiştir. Eski kutsal kitaplarda Hz. Muhammed’in peygamberliğini müjdeleyen bu bilgilere İslâm kaynaklarında beşâirü’n-nübüvve veya kısaca beşâir denilmektedir. Bakara sûresinde (2/146) “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar” buyurulmuş; Saf sûresinde de (61/6) Hz. Îsâ’nın onu müjdelediği ifade edilmiştir. Bu sebeple müslüman âlimler, ilk dönemlerden itibaren, Kur’an-ı Kerîm’deki bu haberleri belgelendirmek maksadıyla yahudi ve hıristiyan kutsal kitaplarını incelemişler; bunlarda Hz. Muhammed’in müjdelenmesiyle ilgili bilgiler bulunduğunu tespit etmişlerdir (bu hususta bk. yahudi kutsal metinlerinden Tekvîn, 12/1-3; 17/20; 49/10; Tesniye, 18/17-18; 32/21; 33/2; Mezmûr, 45/3-18; 149; İşaya, 21/6-9, 13-16; 42/9-17; 43/1, 6; 54; 60/1-7; 65/1-6; Daniel, 2/31-45; 7/13-14; Habakkuk, 3/3; Malki, 3/1; 4/5; hıristiyan kutsal metinlerinden Matta, 3/2; 4/17; 6/10; 10/7; 13/31-32; 20/1-16; 21/33-34; Luka, 9/2; 10/9; Yuhanna, 1/12; 14/15-16; 15/26-27 16/7, 13-14). Bilhassa Barnaba İncili’nde Hz. Muhammed’in peygamberliğini müjdeleyen ve niteliklerini anlatan oldukça ayrıntılı bilgiler mevcuttur (bilgi için bk. Osman Cilacı, “Barnaba İncili”, DİA, V, 76-81).
Öte yandan Yahudilik ve Hıristiyanlık dışındaki bazı dinlerin kutsal kitaplarında da beşâir mahiyetinde açıklamalar bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerîm’deki “eskilerin kitapları” (Şuarâ 26/196) ifadesiyle bu kitapların kastedildiği düşünülebilir. Meselâ Zerdüşt dininin kutsal kitabı Zend-Avesta’da, “Saoşyant” (âlemlere rahmet) isimli bir kurtarıcının geleceği ve onun bütün insanlara rehberlik yapıp onları ıslah edeceği, putları kıracağı haber verilmiştir (M. Hamîdullah, Le Saint Coran, s. 375). Hint kutsal kitaplarından Veda ve Puranalar’da, çölden “Övülmüş” (Muhammed) adında bir bilgenin çıkacağı, “araba”sının semaya ulaşacağı (mi‘rac), büyük zaferlerinden birini 300 kişiyle (Bedir Savaşı), birini de 10.000 kişiyle (Mekke’nin fethi) yapacağı bildirilmiştir. Kalnki Purana’da ise onun babasına “Allah’ın kulu” (Abdullah), annesine “güvenilir” (Âmine) denileceği; bir kum diyarında (çölde) dünyaya geleceği ve doğduğu şehrin kuzeyine sığınacağı (Mekke’den Medine’ye hicret) belirtilmektedir (M. Hamîdullah, a.g.e., s. 375). Budizm’in kurucusu Buda da “Mettaya” veya “Maitreya” (merhamet, rahmet, sevimli) adında birinin geleceğini ve kendisinin başlattığı işi tamamlayacağını müjdelemiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de de Hz. Peygamber “âlemlere rahmet” (Enbiyâ 21/107); “müminlere karşı şefkat ve merhamet dolu” (Tevbe 9/128) olarak tanıtılmıştır (beşâir ile ilgili bilgi için bk. Mehmet Aydın, “Beşâirü’n-nübüvve”, DİA, V, 549-550; a.mlf., “Faraklit”, a.g.e., XII, 165-166).
Allah Teâlâ, İsrâiloğulları’na gönderilmiş bulunan Tevrat ve İncil’de Hz. Peygamber’in vasıflarının bildirildiğini ifade buyurduktan sonra onun tebliğinin, yahudileri daha yakından ilgilendiren başlıca özelliklerini sıralamaktadır. Bunlar, Hz. Peygamber’in onlara iyiliği (ma‘rûf) emretmesi, kötülüğü (münker) yasaklaması, temiz şeyleri (tayyibât) helâl, pis şeyleri (habâis) haram kılması, üzerlerindeki ağırlığı kaldırıp zincirlerini çözmesi yani önceki şeriatlerin onları cezalandırmak üzere koyduğu ağır hükümleri kaldırması veya hafifletmesidir.
Âyette bütün peygamberler gibi Hz. Muhammed’in de en temel görevlerinden birinin “iyiliği (ma‘rûf) emretme ve kötülüklerden (münker) menetme” faaliyeti olduğu bildirilmektedir. Ma‘rûf, aklıselimin benimsediği, insanın aslî tabiatıyla uyuşan, mâşerî vicdanda beğenilip kabul gören, din tarafından da tasvip edilip meşruiyet kazanan iyi, güzel, faydalı tutum ve davranışlar; münker ise bunun zıddıdır (geniş bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/104).
“Temiz şeyler” diye çevirdiğimiz tayyibât, kısaca zararlı olmayan, tiksinti vermeyen ve dinin helâl saydığı şeyler için kullanılan tayyibe kelimesinin çoğulu; “pis şeyler” diye çevirdiğimiz habâis de zararlı veya tiksinti verici olan, din tarafından da haram kılınan şeyler için kullanılan habîse kelimesinin çoğuludur. Âyette ma‘rûf-münker kelimeleri fiil ve davranışlar için, tayyibât-habâis kelimeleri de yiyecek içecekler için kullanılmıştır. Fahreddin er-Râzî’ye göre tayyibât kelimesini “Allah’ın helâl kıldığı şeyler” şeklinde açıklayanlar bulunmuşsa da bu yanlıştır; zira o takdirde âyetten, “Allah’ın helâl kıldığı şeyleri helâl kılar” gibi uygun olmayan bir anlam çıkar. Kezâ bu açıklama kabul edilecek olursa âyetin bir anlamı kalmaz. Çünkü Allah’ın neleri helâl kıldığını, bunların ne kadar olduğunu bilemeyiz. Şu halde tayyibâttan maksat, haz verdiği için insan tabiatının hoş ve güzel bulduğu şeyler olmalıdır. Yararlı işlerde kural helâllik olup, bu âyet kişinin hoşlandığı ve yaratılışı icabı haz duyduğu şeylerin –aksi yönde özel bir delil bulunmadıkça– helâl olduğunu göstermiştir (XV, 24).
Buna göre İslâm’ın gerek fiillerle gerekse yiyecek ve içeceklerle ilgili emir ve yasakları insanın aklıselimi ve temiz tabiatıyla, fıtrî yönden bozulmamış toplumların genel yargılarıyla bağdaşan hükümlerdir. Çünkü bu hükümler, anılan nitelikteki kişilerin ve toplumların iyi, doğru ve güzel bulup hoşlandıkları şeyleri helâl veya mubah kılma; kötü, yanlış ve zararlı bulup tiksinti duydukları şeyleri de haram kılma özelliği taşır. Kur’an-ı Kerîm’de Allah’ın insan tabiatına yaratılıştan verdiği, sağlıklı yargı gücünü de kapsayan bu üstün özelliklere “fıtratullah” (Allah’ın fıtratı) denilmiştir (fıtrat hakkında bilgi için bk. Rûm 30/30). İnsanın önce “ahsen-i takvîm” üzere yaratılıp sonra “esfel-i sâfilîn” seviyesine düşürülmesi de onun esasen doğru hükümlere varmasını sağlayacak yüksek melekelerle donatılmış bir fıtrata sahip olduğu; fakat ilâhî bir imtihan olmak üzere kendilerine verilen –iyinin yanında– kötüyü de tercih edebilme yeteneğini kullanması neticesinde bu fıtratın bozulup doğru hüküm verme kabiliyetini tamamen veya kısmen kaybettiği gerçeğini ifade etmektedir (Tîn 95/4-6; krş. İnsân 76/3; Şems 91/7-8).
Âyetin “Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten meneder; yine onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını kaldırır, üzerlerindeki zincirleri çözer” meâlindeki kısmının ifade ettiği önemli bir husus da Peygamber’in teşrî‘deki yeridir. Buna göre Kur’an-ı Kerîm Peygamber’in sadece kalbine aktarılan vahyi seslendiren bir araç konumunda olmadığını, kuşkusuz ilâhî iradeye bilinçli ve özgür bir şekilde bağlı kalmak şartıyla bu irade istikametinde teşrî‘de aktif bir role sahip olduğunu göstermektedir.
Daha önceki âyetlerde İsrâiloğulları’nın, temiz fıtratlarını çeşitli bâtıl inanç ve çirkin davranışlarla bozduklarına dair açıklamalar yapıldıktan sonra bu âyette de Hz. Peygamber’in onları bu durumdan kurtarmak için kendilerine iyiliği emredip kötülükten menettiği, temiz şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kıldığı ve böylece onun (diğer bütün insanlar gibi) İsrâiloğulları için de bir kurtarıcı ve hidayet rehberi olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber, Yahudilik’teki bir kısım hükümleri neshetmek (yürürlükten kaldırmak veya değiştirmek) suretiyle kendisine inanan ve tâbi olan İsrâiloğulları’nı bazı hataların ölümle cezalandırılması, çeşitli temiz yiyeceklerin ve sakıncasız davranışların haram sayılması, cumartesi günü çalışmanın yasak olması, tövbe ve pişmanlığın kabul edilmemesi gibi eski dinlerindeki ağır hükümlerin baskısından da kurtarmıştır. Öte yandan İslâm’ın günümüzdeki muharref (bozulmuş, değiştirilmiş) İnciller’in öngördüğü aşırı çileci ve riyâzetçi hayat anlayışını kaldırması da bu çerçevede düşünülebilir. Âyette Ehl-i kitabın bu nevi meşakkatli yükümlülüklerden kurtarılması “ağırlıklarını kaldırma” şeklinde ifade buyurulmuştur. Ayrıca, kaldırılan hükümlerin bir kısmı, aslında Allah’ın koyduğu hükümler değil, yahudilerin veya hıristiyanların zaman içinde kendilerinin uydurup dinlerine kattıkları hurafeler olduğu ve bunlar insanların hür ve rahat yaşamalarını engellediği için bu hükümler âyette “üzerlerindeki zincirler” diye nitelenmiştir. Buna göre İslâm dini, geleneksel Yahudilik’te bulunan ve insanları bir nevi esir durumuna düşüren bu ağır hükümleri kaldırarak kendisine uyan İsrâiloğulları’nı ağır ve gereksiz yüklerden kurtarmış; esaret zincirlerini çözmüştür. Böylece Hz. Peygamber ve onun getirdiği İslâm dini, bir önceki âyette her şeyi kuşattığı bildirilen ilâhî rahmetin bir tezahürü olarak gösterilmiş bulunmaktadır.
Âyetin özel maksadı, Kur’an mesajının Ehl-i kitap için de bir kurtuluş ve özgürlük vesilesi olduğunu onlara bildirmektir. Ancak burada dolaylı olarak Hz. Peygamber’in bir kolaylık ve özgürlük dini getirdiği bildirilmekte; müslümanların, daha önce yahudiler ve hıristiyanlarca yapılan hatayı tekrarlayarak, insanları gereksiz yük ve meşakkatler altına sokacak, onların özgürlüklerini daraltıp zincirlere bağlayacak uydurma hükümler, hurafe içeren inançlar türetmekten kaçınmaları gerektiğine de işaret edilmektedir. Ne yazık ki bu uyarıya rağmen, zaman içinde genellikle müslümanlar da din adına, fitneyi önlemek, kötülükten sakındırmak, belli bir mezhep veya meşrebi ya da bir ırkı kuvvetlendirmek gibi türlü niyetlerle bir kısım ma‘rûfu münker (iyiyi kötü), tayyibâtı habâis (güzel ve meşrû şeyleri çirkin ve gayrı meşrû) olarak göstermişler; Allah’ın dinine onda olmayan şeyler katmışlar ve giderek onun âdeta yaşanması mümkün olmayan; hayatın tabii seyrine, ihtiyaç ve zaruretlerine aykırı, gelişmeye engel bir din gibi algılanmasına sebep olmuşlardır.
Daha önce İsrâiloğulları dinlerine ilâveler yapma yanlışını yaptıkları, ayrıca kutsal kitapları da tahrif edildiği için –eski dinlerinde müjdelendiği gibi– Allah Teâlâ Hz. Peygamber’i ve İslâm’ı göndermiş, böylece –hakkı bâtıldan ayırıp– bildirmiştir. Ancak, bütün eski kutsal kitaplardan farklı olarak Kur’an’da yeni bir peygamber geleceğine dair hiçbir bilgi yoktur; hatta Kur’an açıkça Hz. Muhammed’i son peygamber olarak tanıtmıştır (Ahzâb 33/40). Yine eski dinlerin aksine, İslâm’ın orijinal kaynakları elimizdedir. Bu sebeple İslâm’ı öz kaynaklarıyla yeniden çağın gündemine sokmak; müslümanların ve genel olarak insanların, vahiy nurundan mahrum bırakılmaları neticesinde içine düştükleri karanlıktan, cehalet ve haksızlıklardan, türlü sapıklık ve ahlâksızlıklardan kurtulmaları yolunda çaba göstermek; bunun için de –İslâm kültür mirası ile çağdaş hayatın ihtiyaç ve zaruretlerini birlikte değerlendirmek suretiyle– doğru, mâkul ve yeterli çözümler üretmek günümüz müslüman âlimlerinin ertelenemez görevleridir. Âyetin son cümlesindeki “Peygamber’e inanma, onu koruyup destekleme, ona yardım etme ve onun getirdiği nura (Kur’an) uyma”nın anlamı da –tıpkı ashâb-ı kirâmın yaptığı gibi– Hz. Peygamber’in İslâm’ı bütün saflığı ve berraklığı ile hayata yansıtıp insanlığı onun ışığı ile aydınlatma davasını bugün de sürdürmektir. Âyet, kurtuluşun yalnızca bu yolla gerçekleşeceğini bildirmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 601-607
 
A'râf Suresi - 158 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنّٖي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ جَمٖيعاًۨ الَّذٖي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ يُحْـيٖ وَيُمٖيتُࣕ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الْاُمِّيِّ الَّذٖي يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِهٖ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
    ﴿١٥٨﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾158﴿
De ki: “Ey insanlar! Gerçekten ben göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın hepinize gönderdiği elçisiyim. O’ndan başka tanrı yoktur. O hayat verir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve ümmî peygamber olan resulüne -ki o Allah’a ve O’nun sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Bu âyet, Hz. Muhammed’in risâletinin, yalnız Araplar’ı değil, bütün insanları kapsadığını gösteren en kesin delillerdendir. Bu husus, Sebe’ sûresinin 28. âyetinde de benzer bir üslûpla bildirilmiştir. Âyetin Mekke’de inmiş olması, Hz. Peygamber’in daha o zaman böyle bir evrensel risâletle şereflendirilmiş olduğu hususunda bilgilendirildiğini göstermektedir. Ayrıca burada, bazı yahudilerin, “Muhammed gerçekten peygamberdir, ama sadece Araplar’ın peygamberidir; yahudilere gönderilmemiştir” diyerek onun bir millî peygamber olduğunu ileri süren iddiaları da reddedilmektedir (bk. Râzî, XV, 26). Esasen, Hz. Muhammed sadece son peygamber değil, aynı zamanda bütün peygamberler içinde, tebliğ ettiği kitapta risâletinin evrensel olduğu açıkça belirtilen tek peygamberdir; İslâmiyet de cihanşümul olduğu kesin ifadelerle bildirilen tek dindir. Her ne kadar bugün Hıristiyanlık fiilen evrensel bir din haline gelmişse de mevcut İncil metinlerinde Îsâ’nın evrensel peygamber olup olmadığı konusunda çelişkili ifadeler bulunmaktadır. Nitekim İnciller’de Hz. Mûsâ gibi Hz. Îsâ da genellikle İsrâiloğulları’na hitap eder; ayrıca Matta’da (15/24) onun “Ben İsrâil evinin kaybolmuş koyunlarından başkasına gönderilmedim” şeklinde sarih bir ifadesi bulunmaktadır. Yine Matta’da (10/5-6), havârilerini tebliğle görevlendirirken, “Milletler yoluna gitmeyin ve Sâmirîyeliler’in şehirlerinden hiçbirine girmeyin; fakat daha ziyade İsrâil evinin kaybolmuş koyunlarına gidin” demesi Hz. Îsâ’nın yalnız İsrâiloğulları’na gönderilmiş bir peygamber olduğu kanaatini güçlendirmektedir. Kur’an-ı Kerîm’de de Hz. Îsâ’dan söz edilirken “Onu İsrâiloğulları’na bir elçi kılacak” (Âl-i İmrân 3/49) ifadesi kullanılmakta ve onun İsrâiloğulları’na “Size Allah tarafından gönderilmiş elçiyim” (Saf 61/6) şeklinde hitap ettiği bildirilmektedir. Bu açıklamalar karşısında, mevcut İnciller’in son bölümlerinde yer alan “Bütün dünyaya gidin, İncil’i bütün hilkate vaaz edin” vb. ifadelerin (Markos 16/15; Matta 28/19) mevsukiyeti, yani bir tahrif ve ilâve sonucu olup olmadığı tartışmaya açık bulunmaktadır. Ancak, Hıristiyanlığın evrensel bir din olup olmadığı tartışması bir yana, yukarıdaki âyet karşısında Kur’an bakımından artık bütün eski dinler geçerliliğini kaybetmiş olup, kitap ehli de dahil olmak üzere bütün insanlar Allah’a ve O’nun resulü Hz. Muhammed’e iman edip hidayete erebilmek için o resule tâbi olmaya çağırılmaktadır. Âyette Allah’ın birliği, kudret ve hükümranlığının mutlaklığı vurgulanarak dolaylı bir şekilde, İslâm dininin, diğer yönlerden olduğu gibi tevhid noktasından da, az çok tahrife uğrayan eski kitâbî dinlerden farklı bulunduğuna ve hak din olduğuna işaret edilmektedir.



Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 607-608
 
A'râf Suresi - 159 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَمِنْ قَوْمِ مُوسٰٓى اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِهٖ يَعْدِلُونَ
    ﴿١٥٩﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾159﴿
Mûsâ’nın kavminden hak yolu gösteren ve bu yolda âdil davranan bir topluluk da vardı.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Müfessirler, bu âyetin iki farklı anlamı ifade edebileceğini düşünmüşlerdir. Bir ihtimale göre âyetteki “Mûsâ’nın kavminden bir topluluk”tan maksat, Hz. Mûsâ döneminde ve daha sonraki devirlerde Mûsâ dininin tahrif edilmemiş şeklini korumayı ve ona göre yaşamayı başarmış İsrâiloğulları olup âyette onların gerçeği görüp kabul ettikleri ve bu sayede inanç ve yaşayışta aşırılıklardan sakınarak âdil davrandıkları, adaletle hükmettikleri bildirilmektedir. Daha zayıf görülen diğer ihtimale göre âyette Hz. Muhammed döneminde yaşayıp onun tebliğini kabul etmiş olan Abdullah b. Selâm gibi yahudi asıllı kimseler kastedilmiştir (Zemahşerî, II, 98; Râzî, XV, 31-32; İbn Atıyye, VII, 183).
Âyette İsrâiloğlulları’nın bir kesiminden övgüyle söz edilirken bunlar hakkında özellikle hak ve adalet kavramlarının seçilmesi ilgi çekicidir ve bu bakımdan âyet son derece anlamlı bir uyarı içermektedir. Aslında hak ontolojik alana, adalet ise ahlâkî alana ait bir kavramdır. Bununla birlikte Kur’an bakımından bu iki kavram büsbütün birbirinden farklı ve ayrı olmayıp, makrokozmostan mikrokozmosa (evrenden insana) kadar bütün varlıklar ve olaylar âlemindeki ilâhî hikmetin eseri olan kusursuz yapıyı, düzeni ve işleyişi ifade eder. Buna göre en gerçek (hak) bilgi Allah’ın bilgisidir; en mükemmel düzen O’nun bilgi ve hikmetinin eseri olan düzendir; en doğru ve en adaletli iş de yine O’nun bilgi ve hikmetinin tecellisi olan işleridir. Şu halde hak ve adalet ilâhî ilim ve hikmetin nitelikleri ve bunların evrene yansımalarıdır. Sonuç itibariyle bunlar evrensel değerlerdir, dolayısıyla insanın inanç, bilgi, ahlâk ve davranışları için benimsemesi gereken mutlak ölçülerdir. Düşünce, inanç ve ahlâk planında hak ve adalet ölçülerine aykırı davranan birey veya topluluk ilâhî düzenle çelişmiş olacağı için mutlaka bunun bir zararını görür, acısını çeker. Bu durumda hem bireysel hem de toplumsal planda izlenmesi gereken yol, hakkın ışığında belirlenip seçilmeli; inanç ve bilgide gerçek ve doğru olanın ne olduğu araştırılıp bulunarak din ve dünya hayatı buna göre düzenlenmelidir. Kezâ insanın dinî davranışlarından diğer insanlarla ve hatta canlı-cansız tabiatla ilişkilerine kadar her alanla ilgili niyet, söz ve hareketleri hem hakka uygun olmalı, dolayısıyla gerçeğe aykırılığı ifade eden yalan, düzmece, sahte vb. nitelemelerden arınmış olmalı hem de âdil olmalı, her türlü aşırılıklardan, zulüm ve haksızlıklardan arınmış bulunmalıdır. İşte –Kur’an-ı Kerîm’de İsrâiloğulları yer yer yanlış inanç ve davranışları yüzünden eleştirilirken– burada onların bir kesimi bilgileriyle, inançlarıyla, ahlâk ve davranışlarıyla ilâhî yasa gereğince hak ve adalet ölçülerine uydukları için takdirle anılmışlardır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 610-611
 
Geri
Üst