• Eğitim sadece okula gitmek ve bir derece kazanmakla ilgili değildir. Bilginizi genişletmek ve yaşam hakkındaki gerçeği almakla ilgilidir. – Shakuntala Devi

Nisâ Suresi Tefsiri

Kemal Ayhan

Administrator
Yönetici
Nisâ Suresi

Hakkında​

Medine döneminde inmiştir. 176 âyettir. Sûre, özellikle kadın haklarından,onların hukûkî ve sosyal konumlarından bahsettiği için bu adı almıştır. “Nisâ” kadınlar demektir.

Nuzül​


Mushaftaki sıralamada dördüncü, iniş sırasına göre doksan ikinci sûredir. Mümtehine sûresinden sonra, Zilzâl’den önce inmiştir. Bakara, Enfâl, Âl-i İmrân, Ahzâb ve Mümtehine sûreleri Medine’de Nisâ’dan önce nâzil olmuştur. Sûrenin, hicretten sonra 5 veya 6. yılda Müreysî Gazvesi’nde dinî hükümler ve uygulamalar arasına girdiği bilinen teyemmüm âyetini ihtiva etmesi, ağırlıklı olarak bu yıllarda indiğini düşündürmektedir. Buhârî’de yer alan (“Ferâiz”, 14) Nisâ sûresinin 176. âyetinin Kur’an’ın son âyeti olduğu yönündeki rivayet dikkate alındığında, başka bazı sûreler gibi bunun da nüzûlünün geniş bir sürede tamamlandığı söylenebilir.
Sûrenin hicret günlerinde veya Mekke’de nâzil olduğunu ifade eden rivayetler zayıf bulunmuştur. “Ey insanlar!” hitabıyla başlayan sûrelerin Mekke’de vahyedildiği yönündeki kabulden hareketle ileri sürülen son iddiaya şöyle karşı çıkılmıştır: Medine’de geldiği bilinen birçok âyette benzer hitaplar bulunmaktadır ve Medine’de “ey insanlar!” denildiğinde bununla yalnızca Medineliler kastedilmez; dolayısıyla bu hitap Mekke’de inişin işareti değildir (İbn Âşûr, IV, 212).




Konusu​


Kur’an-ı Kerîm’in özü ve özeti olan Fâtiha sûresinde müminler, “(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet” (1/5-6) diyorlardı. Bu sûrede, Fâtiha’da yer alan ilkelerin –daha ziyade kulluk ve doğru yolla ilgili– detayları üç ayrı alanda verilmektedir:
a) Kadın-erkek ilişkisi ve aile hayatı. Bu alanla ilgili olarak bütün insanların aynı kökten geldiği, kadının da aynı nefisten yaratıldığı, insanların hemcinslerine iyi davranmaları, erkek ve kadın her insanın hayata başladıkları koruyucu ve besleyici yatak olan ana rahmini ve akrabalık ilişkisinin doğurduğu hakları unutmamaları gerektiği bildirilmiş; akraba, eş, analı-babalı, yetim, hür ve câriye olarak kadınların hakları, aile hayatının kuralları ve miras hükümleri açıklanmış, gerektiği yer ve durumda hükümler müeyyidelere bağlanmıştır.
b) Kur’an-ı Kerîm’in inanan muhatapları, kadın-erkek ve aile ilişkilerinde Allah’a kulluk edecekleri gibi inanan ve inanmayan diğer insanlarla ilişkilerinde de Allah’a kul olma şuurunu koruyacak, O’nun tâlimatına uygun davranacaklardır. Bu alana ait olmak üzere sûrede canın, malın ve mülkiyetin korunması, bunlara karşı yapılan tecavüzlerin cezalandırılması; adalet, iyilik, yardımlaşma, emanete riayet edilmesi gibi konulara ve hükümlere yer verilmiş; müminlerle “münafıklar, yahudiler ve müşrikler” arasındaki ilişkilere ait kaide ve hükümler getirilmiş; hicretin hükmü açıklanmış ve câhiliye izlerinin silinmesi teşvik edilerek alkollü içki kullanımının yasaklanmasına ilk adımlar atılmıştır.
c) Üçüncü olarak da çeşitli âyetlerde vakit namazı, korku namazı, namaz için gerekli bulunan temizlik (tahâret) gibi ibadetlere, ferdî ve sosyal ahlâk kurallarına yer verilmiş; böylece sosyal kurallar, düzenlemeler ve kurumlardan maksadın sağlıklı bir “Allah-kul ilişkisi” kurmaya, yalnızca Allah’a kul olmak isteyenlerin önündeki engelleri kaldırmaya yönelik olduğuna işaret buyurulmuştur.
 
Nisâ Suresi - 25 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَمَنْ لَمْ يَسْتَطِـعْ مِنْكُمْ طَوْلاً اَنْ يَنْكِـحَ الْمُحْصَنَاتِ الْمُؤْمِنَاتِ فَمِنْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ مِنْ فَتَيَاتِكُمُ الْمُؤْمِنَاتِؕ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِاٖيمَانِكُمْؕ بَعْضُكُمْ مِنْ بَعْضٍۚ فَانْكِحُوهُنَّ بِاِذْنِ اَهْلِهِنَّ وَاٰتُوهُنَّ اُجُورَهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ مُحْصَنَاتٍ غَيْرَ مُسَافِحَاتٍ وَلَا مُتَّخِذَاتِ اَخْدَانٍۚ فَاِذَٓا اُحْصِنَّ فَاِنْ اَتَيْنَ بِفَاحِشَةٍ فَعَلَيْهِنَّ نِصْفُ مَا عَلَى الْمُحْصَنَاتِ مِنَ الْعَذَابِؕ ذٰلِكَ لِمَنْ خَشِيَ الْعَنَتَ مِنْكُمْؕ وَاَنْ تَصْبِرُوا خَيْرٌ لَكُمْؕ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَحٖيمٌࣖ
    ﴿٢٥﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾25﴿
İçinizden mümin ve hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan mümin câriye kızlarınızdan alabilir. Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Birbirinizden türeyip gelmektesiniz. Öyleyse iffetli yaşamaları, zina etmemeleri, gizli dost tutmamaları şartıyla ve ailelerinin de izniyle onları nikâhlayın, mehirlerini de âdete uygun olarak verin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınların cezasının yarısı gerekir. Bu (câriye ile evlenmek), içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir; sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Burada câriye olmayan kadınlar için kullanılan muhsan vasfı, “hür” mânasında, câriyeler için kullanılanı ise “iffetli, namuslu” mânasındadır (bk. Nisâ 4/24). Müminler hür ve müslüman kadınlarla evlenebilmek için gerekli bulunan maddî güce sahip olmazlarsa daha az bir masrafla câriye nikâhlayabiliyorlardı. Eşin hem gayri müslim hem de câriye olması ondan doğacak çocukları daha ziyade olumsuz etkileyeceği için hiç değilse mümin olması istenmiştir. Gayri müslim kadınlarla mümin erkeklerin evlenmelerini câiz görmeyen müctehidlere göre burada bir mesele yoktur; hür olsun, câriye olsun müminin evleneceği kadın mümin olacaktır. Ancak “Hür ve Ehl-i kitap olan gayri müslim kadınlarla mümin erkeklerin evlenmeleri câizdir” diyen müctehidler bu âyette hem hür kadınlar hem de câriyeler için geçen “mümin” vasfını şu şekilde te’vil etmek durumunda kalmışlardır: Kadın hür ve kitâbî ise onunla evlenmek câizdir. Burada “mümin” sıfatının kullanılması, müslüman erkeklerin genellikle mümin kadınlarla evlenmeleri vâkıasından kaynaklanmıştır. Ebû Hanîfe’ye göre câriyeler için kullanılan “mümin” sıfatı da böyledir ve mümin olmayan câriyelerle de evlenmek câizdir. Diğer müctehidler aynı âyette geçmiş olmasına rağmen hür kadınlar için “mümin”i te’vil etmiş, câriyeler için ise hakiki mânada almış ve “Mümin olmayan câriye ile evlenmek câiz değildir” demişlerdir. Doğrusu her iki sınıf kadın için de kullanılan “mümin” sıfatını aynı mânada almak, hükmü buna göre tesbit etmektir (gayri müslim kadınlarla evlenmenin cevazı için bk. Mâide 5/5; Mümtehine 60/10).
Câhiliye devrinde köle ve câriyeye insan nazarıyla bakılmadığı için İslâm’dan sonra da bunlarla evlenme konusunda isteksiz davranılacağı göz önüne alınmış, “feteyât” (genç kızlar), “ailelerinin (ehl) izni ile”, “birbirinizden türeyip gelmektesiniz, hepiniz aynı köktensiniz” gibi ifadelerle bu telakkinin kırılması istenmiştir. Câriyeler için Allah Teâlâ’nın kitabında kullandığı bu üç vasıf, yalnızca o devir için değil, son yıllara kadar kölelere hayvan muamelesinin yapıldığı bütün zamanlar için bir inkılâptır ve İslâm’ın köleliği ortadan kaldırmak üzere attığı adımların ontolojik ve psikolojik alt yapısını hazırlamaktadır. Evet köle ve câriyeler de hür olanlar gibi insan çocuklarıdır, hepsi insanlıkta birbirine eşit olan “insanlar”dan doğup meydana gelmişlerdir. Köle ve câriyelerin sahiplerinin bu sahipliği, insan dışındaki malların sahipliği gibi değildir, aile büyüklerinin diğerlerine sahipliği gibidir, köle ve câriyeler de aile fertlerinden sayılır. Ailenin kızları nasıl “feteyât” ise câriyeleri de öyle feteyâttır; yani ailenin evlenme çağına gelmiş kızlarıdır.
Câhiliye devrinde câriye sahipleri, bunları ücret karşılığında fuhuş yapmak üzere kiralar ve üzerlerinden para kazanırlardı. Âyet bu çirkin ve insanlık dışı âdeti de ortadan kaldırmış, câriyelerle evlenmenin namuslu, ciddi ve hukukî bir evlenme olmasını istemiştir.
Evli câriyenin zina yapması halinde kendisine verilecek cezanın, hür kadınlarınkinin yarısı kadar olması müfessirleri ve fıkıhçıları, burada “hür” diye tercüme edilen muhsanât kelimesiyle ilgili farklı yorumlara sevketmiştir. Eskilerin büyük çoğunluğu burada kelimeyi, “evli kadın” değil, “bekâr olan hür kadınlar” mânasında anlamışlardır. Böyle kadınların zina yapmaları halinde cezaları yüz sopadır, câriyelere ise elli sopalık ceza uygulanacaktır. Muhsanât kelimesinin “namuslu” ve “evli” kadınlar mânasında da kullanıldığı bilinmektedir. Burada kelimeye “evli kadın” mânası vermeyi engelleyen karîne, evli kadınların zinasına uygulanan recim cezasının bölünemez oluşudur. Bu ceza Kur’an-ı Kerîm’de yoktur. Meseleye Kur’an içinde kalarak çözüm getirmeyi tercih edenler burada da muhsanât kelimesini “evli kadın” diye anlamış ve onların zina cezasının da yüz sopa olacağına bu âyeti delil olarak göstermişlerdir. Bu anlayışa göre hadislerde ifade edilen recim cezası ya müslümanlar hakkında değildir ya da evlilerin zina suçunun had cinsinden cezası olmayıp ta‘zîr türünden bir cezasıdır ve uygulanması, ceza siyasetinin gereğine göre yöneticilere bırakılmıştır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 47-48
 
Nisâ Suresi - 26 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • يُرٖيدُ اللّٰهُ لِيُبَيِّنَ لَكُمْ وَيَهْدِيَكُمْ سُنَنَ الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَيَتُوبَ عَلَيْكُمْؕ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ حَكٖيمٌ
    ﴿٢٦﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾26﴿
Allah size bilmediklerinizi açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin yollarına iletmek, günahlarınızı bağışlamak istiyor. Allah hakkıyla bilmektedir, hikmet sahibidir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


“... öncekilerin yolları”ndan maksat, Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’den itibaren gönderdiği peygamberlerin, ümmetlerine gösterdikleri yollar, bildirdikleri inanış ve yaşayış bütünüdür. Tevhid temeline oturan bu dinî inanış ve yaşayışın önemli bir kısmı evrenseldir, bütün zaman ve mekânlarda geçerlidir; geri kalan kısmında ise amaç (makasıd) birliği vardır. Bu sebepledir ki Hz. Îsâ, “Mûsâ şeriatını kaldırmak için değil, uygulamak ve tamamlamak için geldiğini” bildirmiş (Matta, 5/17), hâtemü’l-enbiyâ olan Peygamberimiz de, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur (el-Muvatta’, “Hüsnü’l-huluk”, 8). Nûh’a verilen; İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ’ya tavsiye edilen ve bildirilen şeyin son peygambere de bildirilip din kılındığını ifade eden âyet de (Şûrâ 42/13) bu mânayı desteklemektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 48-49
 
Nisâ Suresi - 27 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاللّٰهُ يُرٖيدُ اَنْ يَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَيُرٖيدُ الَّذٖينَ يَتَّبِعُونَ الشَّهَوَاتِ اَنْ تَمٖيلُوا مَيْلاً عَظٖيماً
    ﴿٢٧﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾27﴿
Allah sizin tövbenizi kabul etmek ister; nefsânî arzularına uyanlar ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


İnsan iki etki arasında kulluk mücadelesi vermektedir. Müsbet etki Allah Teâlâ’dan, meleklerinden ve iyi ahlâklı müminlerin oluşturduğu eğitim çevresinden gelmektedir. Bu müsbet etkinin hedefi kulun günaha girmemesi, girdiği takdirde hemen pişman olup tövbe etmesi, Allah’ın affına ve rızâsına mazhar olması, buna vesile olacak bir hayat sürmesidir. Olumsuz etki ise nefisten, şeytandan ve kötü insanların oluşturduğu olumsuz eğitim çevresinden gelmektedir. Bunun da hedefi kulu Allah yolundan iyice uzaklaştırmak, iyilik ve fazilet yerine günah, azgınlık ve taşkınlıkta yarışmasını sağlamaktır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 49
 
Nisâ Suresi - 28 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • يُرٖيدُ اللّٰهُ اَنْ يُخَفِّفَ عَنْكُمْۚ وَخُلِقَ الْاِنْسَانُ ضَعٖيفاً
    ﴿٢٨﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾28﴿
Allah yükünüzü hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


İnsanın zayıf yaratılmasından maksat, kulluk imtihanını kazanabilecek kadar güç ve donanımdan mahrum olması değil, imtihan gereği –iradesi ve gücü yanında– bazı zaaflarının bulunmasıdır. Bunlardan biri de cinsel arzudur. İslâm dini, bu tür arzuları yok sayan katı bir yasaklar sistemi getirmeyip bunların meşrû yollardan tatminini istemiştir. Müteakip âyetlerde değinildiği üzere insanın zaaflarından biri de mal tutkusudur. İslâm bunun ortaya çıkaracağı ahlâkî bozulmayla ilgili uyarılarda bulunmakla beraber meşrû kazanma yollarını da teşvik etmiştir. Allah kulları için güçlük değil, kolaylık murat eder (Bakara 2/185); onları imtihan için bile olsa çıkmaz yollara zorlamaz, taşınamaz yüklerin altına sokmaz. Her bir yükümlülüğün, olağan üstü veya olağan dışı hallere bağlı kolaylıkları, yükü hafifletici ruhsatları vardır.




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 49
 
Nisâ Suresi - 29 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَأْكُلُٓوا اَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ اِلَّٓا اَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ وَلَا تَقْتُلُٓوا اَنْفُسَكُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِكُمْ رَحٖيماً
    ﴿٢٩﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾29﴿
Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin; ancak karşılıklı rızânıza dayanan ticaret böyle değildir ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Önceki âyetlerde servetin ve menfaatin intikalinde rol oynayan miras, hibe, mehir gibi meşrû yollardan söz edilmişti. Bu âyette de en geniş mânasında yani “karşılıklı rızaya dayanan ve konusu maddî değerler olan hukukî işlem” anlamında ticaretten söz edilmekte; bu yollar dışında kalan, bunlara ters düşen ve bundan dolayı haksız (bâtıl) diye nitelenen yol ve şekillerle insanların mallarını ellerinden almak ve bunlardan yararlanmak yasaklanmaktadır. Hırsızlık, gasp, rüşvet, faizcilik ve tefecilik, fâhiş fiyat, aldatma bu bâtıl yolların ve şekillerin önde gelenleri ve yaygın olanlarıdır. Ticaret genellikle alınan malı, üzerine kâr koyarak satmak suretiyle yapılır. Mal alınırken bir bedel takdir edilmiştir; satılırken aynı bedelle devredilmediğine göre –fazlalıktan ibaret olan– kâr karşılıksız gibi gözükmekte, bu bakımdan da “haksız kazanç yolları”na yakın bulunmakta, bir bakıma onları andırmaktadır. Muhtemelen bu sebepledir ki, haksız kazanç yasaklanırken hemen yanında –istisna şekliyle– ticaret serbest bırakılmıştır. Alımla satım bedelleri arasındaki artı fiyat farkından ibaret olan kâr da meşrûdur. Çünkü malı alıp satan tâcir hem kamuya yararlı bir hizmet görmekte hem sermayesini riske atmakta hem de emek çekip meşgul olmaktadır. Hz. Ömer ihtikârı (karaborsa) yasakladıktan sonra “... fakat kim yazda ve kışta, zahmet çekip yüklenerek pazara mal getirirse o kişi, Ömer’in misafiridir; istediği gibi satsın, istediği gibi tutsun” diyerek bu gerekçeye işaret etmiştir (el-Muvatta’, “Büyû‘”, 56). Bâtıl yollarda bu unsurlar ve nitelikler yoktur; güçlü olan karşı tarafı ezmekte, onun zaaf ve ihtiyaç içinde olmasından yararlanmakta, gerçek rızâ söz konusu olmadan malını alıp yemektedir.
“Kendinizi öldürmeyin” cümlesinde hem hayatın hem de kamu düzeninin korunmasını hedefleyen önemli ve ince işaretler mevcuttur. Malların haksız yollardan elde edilip yenilmesi ve faydalanılması yasaklandıktan hemen sonra “Kendinizi öldürmeyin” buyurulması özellikle dikkat çekicidir. Şöyle ki; haksızlık, hukukî ve sosyal adaletsizlik anarşiyi doğurur veya körükler; bir kere toplum düzeni bozulup asayiş ortadan kalkınca can güvenliği de tehlikeye düşer; yalnız haksızlığa uğrayanlar değil, başkasının malını haksız olarak alıp yiyen veya başkasının canına haksız olarak kıyan da bu güvensizlikten nasibini alır, kendisi canından olduğu gibi yakınlarının da mal ve canları zarar görür. Âyetin asıl hedefi haksız olarak başkasını öldürmeyi yasaklamak olduğu halde bu başkalarını kastederek “Kendinizi öldürmeyin” buyurulması, hayat hakkının korunması bakımından çok güçlü bir vurgu taşımaktadır. Zira kişinin kendi hayatıyla başkasının hayatı arasında fark yoktur, bütün hayatlar eşit derecede korunmaya lâyıktır, korunma hakkına sahiptir. Birinin canına kıyan kendi canına kıydığını düşünmeli, bu şuur içinde olmalıdır.
Âyet, İslâm’ın bütün muâmelât hükümlerinin hedefi olan “beş zaruri/önemli değerin ve amacın (makasıdü’ş-şerîa) korunması” ilkesinden ikisini ihtiva etmektedir: Canın korunması ve malın korunması. Bundan önceki âyetler evliliği teşvik edip zinayı yasaklayarak neslin korunması ilkesini, ileride gelecek 43. âyet sarhoş olmayı yasaklayarak aklın korunması ilkesini, aralarda sık sık tekrarlanan Allah’a itaat ve kulluk, resulüne itaat ve ittibâ, bütün peygamberlerin getirip tebliğ ettikleri dine inanma ve bağlanma emirleri de dinin korunması maksadını ihtiva etmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 50-51
 
Nisâ Suresi - 30 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ عُدْوَاناً وَظُلْماً فَسَوْفَ نُصْلٖيهِ نَاراًؕ وَكَانَ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَسٖيراً
    ﴿٣٠﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾30﴿
Kim haddi aşarak ve haksızlığa saparak bunu yaparsa onu ateşe koyacağız ve bu Allah’a çok kolaydır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Burada öldürme suçunun âhirete ait cezası açıklanmış olsa da “haddi aşarak veya düşmanlık duygusuyla” ve “haksızlığa saparak” kayıtları dünya hayatında, hukuk çerçevesinde yaşama hakkının kaybedilebileceğine, insanların bazı ağır suçları işleyerek yargı yoluyla ölüme mahkûm edilebileceklerine, bu durumda infazı yapanların veya meşrû savunma durumunda öldürenlerin her iki âlemde sorumlu olmayacaklarına işaret edilmektedir. Hayat hakkını koruma gerekçesiyle mutlak olarak idam cezasına karşı çıkmak, hayatı koruma amacına ters düşen bir tavır ve tedbirdir; hayatı korumanın en geçerli tedbirlerinden biri de haksız yere cana kıyanın kendi canına kıymış olduğunu bilmesi ve bunun fiilen gerçekleşmesidir (bilgi için bk. Bakara 2/178-179).

Kaynak :
 
Nisâ Suresi - 31 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اِنْ تَجْتَنِبُوا كَـبَٓائِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّـَٔاتِكُمْ وَنُدْخِلْكُمْ مُدْخَلاً كَرٖيماً
    ﴿٣١﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾31﴿
Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi değerli bir yere koyarız.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Dinin yasakladığı ve işleyenin ceza göreceğini bildirdiği davranışlara günah (Arapça’da “ism”) denilmektedir. Günahlar büyük (kebâir) ve küçük (sağâir) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Küçük günahlar için Kur’an-ı Kerîm’de lemem, büyük günahlar için ise fâhişe ve bunun çoğulu olan fevâhiş kelimeleri de kullanılmaktadır (Necm 53/32). Bu bağlamda seyyiât (tekili seyyie) kelimesinin de “küçük günah” anlamında kullanıldığı görülmektedir (seyyie hakkında bilgi için bk. En’âm 6/160). Büyük günahların tanımı ve sayısı konusunda farklı ifadeler vardır. Tanımları arasından, bir fikir vermek üzere şunlar zikredilebilir:
a) Nisâ sûresinin başından buraya kadar sayılan günahlardır.
b) Karşılığında ateş, azap ve lânet zikredilen günahlardır.
c) Kur’an-ı Kerîm’de yasaklanan davranışlardır.
d) Kişinin dini önemsemediğini, dindarlığının zayıf olduğunu gösteren günahlardır.
Bir kısmı hadislerde sıralanmış olan büyük günahlar listesinde şunlar vardır: Allah’a ortak koşmak, adam öldürmek, iffetli kadınlara iftira atmak, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, dinini yaşayabilmek için hicret ettikten sonra –şartlar değişmediği halde– tekrar eski yurduna dönmek, büyü (sihir) yapmak, Mescid-i Harâm’da günah işlemek, ana-baba hakkına riayet etmemek, yalancı şahitlik yapmak, faiz yemek... (Buhârî, “Edeb”, 6, “Eymân”, 16; Müslim, “Îmân”, 143-144).
Günahların büyük ve küçük olanlarının dünya ve âhiret hayatını ilgilendiren farklı hüküm ve etkileri vardır. Büyük günah işleyenler Ehl-i sünnet’e göre dinden çıkmazlar, dünyada ve âhirette fâsık mümin olarak muamele görürler. Mu‘tezile’ye göre imanla küfür arasında bir yerde bulunurlar. Hâricîler’e göre ise dinden çıkmış sayılırlar. Büyük günahlarla ilgili yasaklama şekli daha şiddetli ve serttir. Büyük günah işleyenlerin tövbe etmeleri gereklidir. Büyük günahları iradelerini kullanarak terkedenler küçük günahlardan tövbe etmiş sayılırlar. Büyük günah işleyenler fâsık sıfatını alır ve birçok vazife ve ehliyet için gerekli bulunan “adalet” vasfını kaybetmiş olurlar. Büyük günah işleyen hâkimin hükmü bozulur. Açıktan açığa büyük günah işleyenlerle sosyal ilişkiler kesilebilir. Bunlara karşı, münkerin (dine ve ahlâka aykırı davranışlar) ortadan kaldırılması çerçevesinde mücadele edilir.



Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 52-53
 
Nisâ Suresi - 32 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلَا تَتَمَنَّوْا مَا فَضَّلَ اللّٰهُ بِهٖ بَعْضَكُمْ عَلٰى بَعْضٍؕ لِلرِّجَالِ نَصٖيبٌ مِمَّا اكْتَسَبُوا وَلِلنِّسَٓاءِ نَصٖيبٌ مِمَّا اكْتَسَبْنَؕ وَسْـَٔلُوا اللّٰهَ مِنْ فَضْلِهٖؕ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلٖيماً
    ﴿٣٢﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾32﴿
Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri iç çekerek arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var, kadınların da kazandıklarından nasipleri var. Allah’ın lütfundan isteyin; şüphesiz Allah her şeyi bilmektedir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Hz. Peygamber’in eşi Ümmü Seleme, “Ey Allah’ın elçisi! Erkekler savaşıyor, biz savaşamıyoruz, biz mirasta onların aldığının yarısını alıyoruz” diyerek açıklama istemişti. Yine aynı hanım ve başkaları, kadınların hicretlerinin Kur’an’da zikredilmemesi, bir erkek şahide karşı iki kadın şahidin gerekli bulunmasına paralel olarak amellerin karşılığının da böyle olup olmadığı gibi hususlarda aydınlanma ihtiyacında olduğunu belirtmişti. Bu tür tereddütleri giderici birkaç âyet gelmiş olup bunlardan birisi de açıklamakta olduğumuz âyettir (Tirmizî, “Tefsîr”, 5/8-9).
İnsanların yanıp yakılarak arzu ettikleri, imrenip göz diktikleri şeyler arasında maddî olanlar kadar mânevî olanlar da vardır. Sûrenin başından buraya kadar ve bundan hemen sonra zikredilecek hükümler, emirler ve yasaklar göz önüne alındığında, Allah Teâlâ’nın arzu edilmesini veya göz dikilmesini yasakladığı şeyler arasında öncelikle şunlar akla gelmektedir: Zenginlerin serveti, vârislerin farklı hisseleri, yetimlerin malları, kadınların farklı miras payları, mehirleri, her bir cinse Allah Teâlâ tarafından verilen fıtrî / tabii özellikler...
Âyetteki “temenni” kavramı, “gerçekleşmesi imkânsız veya zor olanı arzulamak”tır. Bir şeyi temenni etmenin dinî ve ahlâkî yönü bakımından farklılıkları vardır:
a) Din, hukuk ve ahlâkın yasaklamadığı bir şeyi, başkasının elindekine göz dikmeksizin Allah’ın lutfundan istemek. Bu da “Allah yolunda şehid olmayı temenni etmek” gibi olması mümkün istekler yanında, Hz. Peygamber’in “defalarca diriltilip Allah yolunda şehid olmayı” (Buhârî, “Îmân”, 26, “Cihâd”, 7; Tirmizî, “Fezâilü’l-cihâd”, 25), kezâ “kardeşlerim” diye nitelediği, kendisinden sonra İslâm’a dahil olacak müslümanları görmeyi istemesi gibi ilâhî âdete göre mümkün olmayan istekleri de içermektedir.
b) Allah’ın âdetine (koyduğu kanunlar) veya dinine göre olması câiz ve mümkün olmayan şeyleri temenni etmek. Kadının erkek olmayı, erkeğin fizik gücüne sahip olmayı, miras payının erkeğin miras payına eşit olmasını dilemesi gibi.
c) Allah’ın takdirine, vergisine razı olmamayı, ona karşı itirazı, hoşnutsuzluğu ifade eden temenniler.
d) Başkasında bulunan nimetin benzerini / mislini, ona göz dikmeden, “Onun değil de benim olsun” demeden temenni etmek. Büyük bir âlimin ilmi gibi bir ilim, Karûn’un serveti kadar bir servet istemek bu kısmın örnekleridir.
e) Bir önceki maddede zikredilen temenni şeklinin, başkasının elindekini temenni mahiyetinde olması. Belli bir şahsın eşini, bir valinin makamını istemek gibi.
f) Başkasının elindeki nimetin –kendisine gelmesi söz konusu olmaksızın– yok olmasını istemek.
“a” ve “d” şıklarında yer alan temenni çeşitleri meşrûdur, yasak sınırı içinde değildir; diğer temenniler ise yasaklanmıştır. Bunlar içinden başkalarına zarar verenler, Allah’ın takdirine razı olmamayı ifade edenler, haset ve kinden kaynaklananlar haram derecesinde yasaklardır. İnsanların boş hayallere kapılmaması, mümkün olmayan şeylerin peşine düşmemesi için yasaklananlar ise mekruh yasaklar içine girmekte, müminleri eğitmeyi hedeflemektedir.
Olmayacak şeyleri temenni etmek insanda, çalışarak elde edilecek şeylere yönelik teşebbüs ve çaba gösterme iradesini zaafa uğratmakta, haset ve kin duygularını beslemektedir. Allah’a karşı ilk isyan İblîs’in Hz. Âdem’i kıskanmasından çıkmış, ilk öldürme olayına da Kabil’in, Hâbil’i kıskanması sebep olmuştur. Birçok gasp, isyan, hırsızlık, cinayet, kumar ve zina suçunun temel sebebi başkalarının elinde olana göz dikmek ve kıskanmaktır. Komünizm insanları ekonomik yönden eşit hale getirmeyi hedeflemiş fakat sonunda iflâs etmiştir. Feministler kadınla erkek arasındaki farkları sıfırlamayı hedeflemişler, her toplumda marjinal bir grup olarak kalmışlardır. Bugün mâkul çizgideki sosyal bilimcilerin teklifleri iki cinsin farklılık içinde birliği, bütünlüğü, âdil paylaşımı ve tabii iş bölümünü gerçekleştirmeye yöneliktir. İslâm’ın teklifi herkesin, mümkün ve câiz olmak şartıyla dilediğini elde edebilmek için elinden gelen çabayı sarfetmesi, mahrum olduklarını bilmesi ve görmesi yanında sahip olduklarını da bilip görmesi, bunların kıymetini takdir etmesi, gayret göstermesine rağmen elde edemediği önemli ihtiyaçlarının cemiyet tarafından karşılanması, Allah’ın nimeti ve lutfu sonsuz olduğu için –başkalarına verileni değil– Allah’ın hazinesinde olanı, O’nun lutfundan istemesi, beklemesi ve bunun için bizzat gayret göstermesidir.
“Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var, kadınların da kazandıklarından nasipleri var” cümlesi kadın hakları bakımından oldukça erken bir devirde ortaya konmuş bir inkılâp hükmü içermektedir. Roma hukukundan XX. asrın ortalarına kadar Batı dünyasında cârî birçok hukuka bakıldığında hem kazanma şansı ve fırsatı hem de kazandığına sahip olma, onun üzerinde serbest tasarruf hakkı bakımından kadınların aleyhine olan birçok hükme yer verildiği görülmektedir. Günümüzde bile bazı aile hukuklarında kadın evlilik birliği içinde kendi kazandıklarına ve mal varlığına tek başına sahip olamamakta, bunlar üzerinde dilediği gibi tasarruf edememektedir. Burada bir haksızlık olduğu gibi kadınların ve erkeklerin aynı işleri yapmalarını, aynı şeyleri kazanmalarını temenni etmekte de aşırılık ve insan tabiatına aykırılık vardır. Doğrusu her iki cinsin eşit ve farklı yönlerini, tabii özelliklerini tanımak, bunları ortadan kaldırmaya çalışmamak, her birini kendi kabiliyet, özellik ve eğilimleri yönünde üretken ve verimli olmaya teşvik etmek, her birinin ürettiğine sahip olmasını sağlamak, varlıklıların yoksun olanlara el uzatmalarını ve sahip oldukları nimetleri bir ölçüde paylaşma mutluluğunu tatmalarını özendirmektir. İslâm’ın da yapmak istediği budur.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 54-57
 
Nisâ Suresi - 33 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلِكُلٍّ جَعَلْنَا مَوَالِيَ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْاَقْرَبُونَؕ وَالَّذٖينَ عَقَدَتْ اَيْمَانُكُمْ فَاٰتُوهُمْ نَصٖيبَهُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَهٖيداًࣖ
    ﴿٣٣﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾33﴿
Anne, baba ve akrabanın geride bıraktıklarından her biri için yakın vârisler belirledik. Antlaşma yoluyla yakınlık bağı kurduğunuz kimselere de paylarını verin. Bilin ki Allah her şeyi görmektedir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Burada “vârisler” diye tercüme edilen kelime mevâlîdir. Bunun tekili olan mevlâ “kişinin yakını, doğumdan akrabası” mânasına da gelmektedir. Ana ve babanın geride bıraktığı böyle akraba arasında amcalar, dedeler, dayılar... vardır. Bu akrabanın da oğul ve torunları “akraba”nın mevâlîsidir. Kan hısımlarının vâris olmaları bu âyete göre genel hükümdür. Eğer miras âyetinde zikredilen vârisler bulunmazsa veya bunlar hisselerini aldıktan sonra artan miras varsa, müctehidlerin çoğunluğuna göre, yakından uzağa doğru baba tarafından akrabaya (asabe) ve bazı müctehidlere göre ana tarafından akrabaya (zevi’l-erhâm) verilecektir. Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel’in anlayışları böyledir.
Bu âyetin ilk cümlesini “Ana, baba ve akrabanın bıraktığı her şey için kadınlı erkekli yakın (akraba) vârisler belirledik” şeklinde tercüme etmek de mümkündür.
“Antlaşma yoluyla yakınlık bağı kurduğunuz kimseler” ifadesi için çeşitli yorumlar yapılmıştır. Miras hükümleri gelmeden önce evlât ve kardeş edinme, vasiyet yoluyla miras bırakma, tazminat ve miras sözleşmesi yapma gibi âdetler vardı. Bir kısım müctehid ve müfessirler miras âyetlerinin bu uygulamaları ortadan kaldırdığını ifade etmişlerdir. Ebû Hanîfe gibi bazı müctehidlere göre şartlarına uygun miras ve tazminat sözleşmesi (muvâlât akdi) bu âyete dayalı olarak vardır, yürürlükten kaldırılmamıştır; bunlar da sıra kendilerine gelirse mirastan hisselerini alırlar.
“Asabeye, zevi’l-erhâma, sözleşmeli mirasçıya –miras âyetlerinde gösterilen paylar dışında– mirastan pay verilmez” diyen müfessirlere göre bu âyette geçen mevâlî kan hısımlarını, “antlaşma yoluyla yakınlık bağı kurduğunuz (akidlerin bağladığı) kimseler” ise evlenme hısımlarını ihtiva etmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 57-58
 
Nisâ Suresi - 34 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْؕ فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللّٰهُؕ وَالّٰتٖي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّۚ فَاِنْ اَطَعْنَكُمْ فَلَا تَبْغُوا عَلَيْهِنَّ سَبٖيلاًؕ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلِياًّ كَبٖيراً
    ﴿٣٤﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾34﴿
Allah’ın, (iki cinse) birbirinden farklı özellik ve lütuflar bahşetmesi ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdır; Allah’ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar. (Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Burada yalnızca kocaların değil, bütün erkeklerin koruyucu ve yönetici (kavvâmûn) olmaları iki gerekçeye dayandırılmıştır: a) Allah insanların bir kısmına diğerlerinden üstün kabiliyetler vermiştir, bu cümleden olarak koruma ve yönetme bakımından erkekler, kadınlardan daha uygun özelliklerle donatılmışlardır. b) Erkekler aile geçimini ve diğer malî yükümlülükleri üstlenmişlerdir. Bazı müfessirlere göre bu iki gerekçeden birincisi insan tabiatının değişmez özelliğidir; genel olarak erkeklerde akıl ve mantık ön plandadır, kadınlarda ise duygu öne çıkar. Koruma bakımından fizikî güç önemlidir ve erkekler bu yönden daha güçlüdürler. İkinci gerekçe ise yaratılıştan değil, kültür ve medeniyet şartlarına bağlı alışkanlıklar, âdetler, tutumlardan kaynaklanmaktadır. İslâm’ın geldiği çağda daha yoğun, günümüzde ise önemli ölçüde olmak üzere erkeklerin bu fonksiyonları da devam etmektedir. İslâm hukuk kurallarına göre erkek hem –geniş mânada– ailenin geçiminden tek başına sorumludur, hem de mehir, diyet, cihad gibi malî tarafı olan yükümlülükleri vardır.
Erkeğin “kavvâm” olması hangi yetkileri ve vazifeleri ihtiva etmektedir? Bu soruya verilen cevaplar eskiden yeniye değişik olabilmiştir. Yalnızca âyet ve hadislerin lafızlarını değil, bunların yanında uygulamayı ve dolayısıyla örf ve âdeti de göz önüne alan müctehid ve müfessirler, sözlük mânası “bir şeyin üzerinde duran, hâkim olan, özen gösteren, onunla yakından ilgilenen” demek olan kavvâmlığa, “reislik, yöneticilik, eğitim, koruma, savunma, ıslah, kazanma, üretme” mânalarını yüklemişlerdir. Tarih boyunca erkekler bu işleri ve sıfatları, fiilen kadınlardan daha ziyade yüklenmişlerdir. Çağımızda kelimeye yüklenen hâkim mâna ise “aile reisliği”dir.
Âyetten erkeklerin yönetim, savunma ve koruma bakımlarından genel olarak önde oldukları anlaşılmakla beraber, takip eden cümleler göz önüne alındığında burada, aile kurumunda hâkimiyet ve yöneticilik mânasının ağır bastığı görülecektir. Ailede kurucu unsur karı-kocadır. Bu temel kurumu oluşturan, yöneten, yönlendiren dinî, ahlâkî, hukukî kurallar vardır. Kurallara uyulduğu müddetçe mesele yoktur. Taraflar kuralları bozar, hakları çiğnerse düzeni sağlamak ve adaleti gerçekleştirmek üzere çeşitli tedbir ve müeyyideler devreye girecektir. Bu âyette kadının, 128. âyette ise kocanın hukuku çiğnemesi ve düzene baş kaldırması (nüşûz) ele alınmıştır. Aile hayatı içinde kadın, kurallara göre rolünü ifa edip etmemesi yönünden iki sıfatla nitelendirilmiştir: Sâliha ve nâşize. Sâliha kadınlar hem kocalarının ve diğer aile fertlerinin yanında (açıkta, zâhirde) hem de onların bulunmadıkları yerlerde (gayb) vazifelerini hakkıyla yerine getirir; Allah’ın koyduğu, toplumun benimsediği kuralların dışına çıkmaz, aileye ihanet etmez, şerefine leke sürmezler. Bazı davranış ve tavırları sebebiyle yoldan çıkma, hukuka baş kaldırma (nüşûz) belirtileri gösteren, böylece nâşize olması ihtimali beliren kadınlara karşı ne yapılacak, aile düzeni ve hukuku nasıl korunacaktır? Bu noktada Kur’an-ı Kerîm vazifeyi ailenin reisi sıfatıyla önce kocaya vermektedir. Öngörülen tedbirlere başvurmasına rağmen koca düzeni sağlayamazsa ve ailenin dağılmasından korkulursa sıra hakemlere gelecektir. Âyette hukuka baş kaldıran, meşrû aile düzenini bozmaya kalkışan (nâşize) kadına karşı erkeğin yapabileceği şeyler öğüt vermek, yatakta yalnız bırakmak ve dövmek şeklinde sıralanmıştır. Öğüt vermek ve yatakta yalnız bırakmak, küsmek gibi tedbirler problem teşkil etmemiştir, ancak dövme tedbiri özellikle çağımızda, kadın hakları ve insanlık haysiyeti yönlerinden önemli bir tartışma konusu olmuştur. Esasen tefsir ve hadis kitaplarına bakıldığında kadının baş kaldırma durumunda bile kocası tarafından dövülmesini, eski tefsirciler arasında da farklı yorumlayanların, bunun câiz olmadığını ileri sürenlerin bulunduğu aşağıdaki alıntılarda görülmektedir.
Dövme tedbiri ve hükmünün –bu âyet dışında– en önemli dayanağı ilgili hadislerdir. Bu hadislerin, aksini söyleyen rivayetlere nisbetle daha sahih ve sağlam olanlarında Peygamberimiz kadınların dövülmesini menetmekte, eşlerini dövenlere “hayırsız” demekte, bu davranışla aynı yuvayı ve yatağı paylaşmanın bağdaşmazlığına, insanî ve ahlâkî olmadığına dikkat çekmektedir (Buhârî, “Nikâh”, 93). Bu âyetin geliş sebebi olarak zikredilen bir olay da, esasen Araplar’da âdet haline gelmiş bulunan kadın dövme eylemine Hz. Peygamber’in olumsuz bakışını ve bunu ortadan kaldırma iradesini yansıtmaktadır (bk. Cessâs, II, 188; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 415).
Fıkıh kitaplarında dövmenin şekli ve miktarı üzerinde durulmuş, kadına zarar vermemesi, iz bırakmaması, yüze vurulmaması genel olarak kaydedilmiştir. Bazı tefsircilere göre vurma tamamen semboliktir, meselâ müfessir Atâ’ya göre misvak (dişlerin temizlendiği, fırça büyüklüğündeki özel, yumuşak ağaç dalı) gibi bir şeyle yapılacaktır (Cessâs, II, 189; İbn Atıyye, II, 48).
İkinci nesil âlimlerinden Atâ, hukuku çiğneyen kadına uygulanacak müeyyide ile genel olarak kadını dövme konusundaki hadisleri birlikte değerlendirmiş ve şu sonuca varmıştır: Erkek, namusu lekeleyecek bir davranışta bulunmayan, yalnızca nâşize olan karısını dövemez, ancak ona karşı öfkesini ortaya koyabilir. Atâ’nın bu anlayışını açıklayan –biri eski, diğeri çağdaş– iki tefsir âlimi farklı dayanaklardan hareket etmişlerdir. Bunlardan Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’ye göre Atâ, âyette geçen dövmenin ibâha (serbest bırakma) ifade ettiğini, genel olarak erkeğin karısını dövmesini yasaklayan hadislerin ise kerâhet (mekruh ve çirkin görme) hükmü getirdiğini tesbit etmiş ve sonuç olarak “Koca, karısını dövemez” demiştir (I, 420; Atâ’nın konuya ilişkin diğer bir açıklaması için bk. İbn Âşür, V, 43-44).
Kocasına baş kaldırdığı, aile hukukunu çiğnediği, uzun zaman sevdiği ve kabullendiği kocasını istemez olduğu için karının, kocası tarafından –belli ölçüler içinde– dövülebileceği hükmüne tarihîlik açısından da bakılmıştır. İbn Âşûr’a göre dövme izni bazı toplulukların veya toplum tabakalarının örf, âdet ve ruh hallerine riayet edilerek verilmiştir, her zamanda ve her durumda geçerli değildir. Nüşûz durumunda kocanın karısını dövebilmesi için aralarında yaşadıkları toplumda dövmenin ayıp, anormal, aşağılayıcı, zarar verici, hukuka aykırı telakki edilmemesi, kocanın öfkesinin karısı tarafından ancak bu vasıta ile hissedilir olması gerekir, izin böyle topluluklar ve durumlar için geçerlidir. Hz. Ömer’in Mekke halkı ile Medine halkını, kadınlara hâkimiyet bakımından karşılaştırdığı şu sözleri de toplum değiştikçe ilişki ve davranışların da değişebileceğini göstermektedir: “Biz muhacirler kadınlarımıza hâkimdik, sözümüzden çıkmazlardı, Medine’ye gelince gördük ki, Medine’nin yerli kadınları kocalarına hâkim durumdalar, bu defa bizim kadınlarımız da onlara benzemeye, onlar gibi davranmaya başladılar” (Buhârî, “Nikâh”, 83; İbn Âşûr, V, 41-42).
Bize göre bu âyette, kadının aile hukukunu çiğnemesi halinde bir ıslah tedbiri olarak başvurulabilecek belli başlı yolların insanlığın tecrübeleri ve özellikle içinde yaşanılan topluluğun örf ve âdeti dikkate alınarak zikredilirken “kocanın karısını dövmesi” eylemine de yer verilmiş olmakla beraber, bu uygulama Hz. Peygamber tarafından toplum ıslah edilerek, insanın ve özellikle zevcenin dövülemeyeceği ifade ve telkin edilerek kötülenmiş, “iyi bir kocanın karısını dövemeyeceği” kaidesi bu yakışıksız davranışın önüne bir set olarak konmuştur. Burada sünnet (Resûlullah’ın sözleri ve uygulaması) âyeti neshetmemiş, yerelliğini ve kültürel bağlamını açıklamıştır.

Kaynak :
 
Nisâ Suresi - 35 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاِنْ خِفْتُمْ شِقَاقَ بَيْنِهِمَا فَابْعَثُوا حَكَماً مِنْ اَهْلِهٖ وَحَكَماً مِنْ اَهْلِهَاۚ اِنْ يُرٖيدَٓا اِصْلَاحاً يُوَفِّقِ اللّٰهُ بَيْنَهُمَاؕ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلٖيماً خَبٖيراً
    ﴿٣٥﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾35﴿
Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Düzeltmek isterlerse Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Ailede huzur ve düzeni bozan kişi, taraflardan sadece birisi olduğunda “nüşûz”dan söz edilir. Aile düzeni iki tarafın karşılıklı anlaşmazlıklarından, hukuk ihlâlinden ve geçimsizlik çıkarmalarından ileri geliyorsa ve bu durum uzayıp gittiği için ayrılmaları, ailenin dağılması ihtimali ortaya çıkarsa “şikâk” hali gerçekleşmiş olur. Bu durumda Kur’an-ı Kerîm’in gösterdiği yol, teklif ettiği çözüm usulü “anlaşmazlığın hakemlere götürülmesi”dir. Âyetin açık ifadesine göre hakem tayin edecek olan merci, karı ve koca veya bunların aileleri değil, devletin ilgili kurumudur (ülü’l-emr). Şikâk durumunda resmî kurum hakem tayin etmekle yükümlüdür, ancak bu yükümlülük karı-kocanın da hakem tayinine engel teşkil etmez. Kurumun (meselâ mahkeme) tayin edeceği iki hakemden birinin kocanın, diğerinin de karının ailesinden olması âyette zikredilmiştir. Bu kaydın bağlayıcı olup olmadığı konusu tartışmalıdır. Şâfiî gibi “Böylesi daha iyi olur, müstehaptır” diyenler yanında, “Akraba içinde hakemliğe uygun şahıslar bulunduğu müddetçe yabancılardan hakem tayini câiz değildir” diyenler de olmuştur.
Hakem, tarafların rızâsı veya hâkimin tayini ile anlaşmazlık konusunu hükme bağlayan kişidir. Hakemin salâhiyetinin “hâkim” gibi mi yoksa “vekil” gibi mi olduğu da tartışılmıştır. Hz. Ömer, Osman, Ali, İbn Abbas gibi önde gelen sahâbîler yanında Nehâî, Şa‘bî, Mâlik, Evzâî, Şâfiî gibi âlimler hakemlerin salâhiyetlerinin hâkim gibi olduğu; yapacakları araştırma, soruşturma, danışma sonunda evlilik hayatının devamı veya sona erdirilmesinden hangisine hükmederlerse onun geçerli olacağı, karı veya kocadan birinin aksini dilemesinin etkisi olmayacağı hükmüne varmışlardır. Çünkü –bu müctehidlere göre– hakem tayininin mânası ve işlevi bundan ibarettir. Bu ictihad hakemlere, araya mahkeme girmeden aile bağını çözme salâhiyetini tanımakla aile sırlarının mahkemelerde aleniyete dökülüp gözler önüne serilmesi sakıncasını da ortadan kaldırmaktadır. Ebû Hanîfe ve onun gibi düşünen az sayıdaki müctehid ise hakemlerin salâhiyetlerinin vekilin salâhiyeti gibi olduğu, tarafların iradesi dışında bir çözüme gidemeyecekleri kanaatini benimsemişlerdir. Buna göre hakemlerin vazifesi tarafların arasını düzeltmek, kusurlu olan tarafı yola getirmek için uygulanacak yöntem ve müeyyideyi belirlemek gibi hususlardan ibarettir. Osmanlılar’ın son dönemlerinde kabul edilen 1917 tarihli Hukuk-ı Âile Kararnâmesi şikâk durumunda başvurulan hakemlere “aile meclisi” adını vermiş ve meclisin yetkisi konusunda Hanefî mezhebinin değil, çoğunluğun ictihadını kanunlaştırmıştır (md. 130).
İslâm hukukunda boşama (tatlik, talâk) hakkı kocaya aittir. Bu hükmü ya anlamayan veya kötüye kullanmak isteyenler “kadın hakkına aykırı” olarak değerlendirmişler, “İslâm hukukuna göre kadın evlilik hayatında zarara uğrasa, zulüm görse, mutlu olmasa dahi kocası boşamadıkça bunlara katlanmak mecburiyetindedir” demişlerdir. Âyetin açık ifadesiyle bunun ışığında yapılmış ictihadlar bu anlayışa kesin olarak yol vermemektedir. Evlilik hayatı içinde zarar ve zulüm gören, mutlu olmayan kadın, kocası boşamak istemediği halde hâkime veya hakemlere başvurarak evlilik hayatını sona erdirebilir. Ayrıca yine kadının irade ve teşebbüsüyle devreye girecek olan “bedel vererek boşanma” (muhâlaa) yolu da açıktır.
Âyetin asıl muhatabı ümmet olduğundan, kocanın boşama hakkını kötüye kullanmak suretiyle kadını mağdur etmesi halinde aile meclisi veya toplumun devreye girmesi, tayin edecekleri hakemler aracılığı ile anlaşmazlıkları çözüme bağlaması gerekir.




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 61-62
 
Nisâ Suresi - 36-39 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاعْبُدُوا اللّٰهَ وَلَا تُشْرِكُوا بِهٖ شَيْـٔاً وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَاناً وَبِذِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاكٖينِ وَالْجَارِ ذِي الْقُرْبٰى وَالْجَارِ الْجُنُبِ وَالصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ وَابْنِ السَّبٖيلِۙ وَمَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ مُخْتَالاً فَخُوراًۙ
    ﴿٣٦﴾
  • اَلَّذٖينَ يَبْخَلُونَ وَيَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبُخْلِ وَيَكْتُمُونَ مَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِهٖؕ وَاَعْتَدْنَا لِلْكَافِرٖينَ عَذَاباً مُهٖيناًۚ
    ﴿٣٧﴾
  • وَالَّذٖينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ رِئَٓاءَ النَّاسِ وَلَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِؕ وَمَنْ يَكُنِ الشَّيْطَانُ لَهُ قَرٖيناً فَسَٓاءَ قَرٖيناً
    ﴿٣٨﴾
  • وَمَاذَا عَلَيْهِمْ لَوْ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَاَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقَهُمُ اللّٰهُؕ وَكَانَ اللّٰهُ بِهِمْ عَلٖيماً
    ﴿٣٩﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾36﴿
Allah’a kulluk edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın. Allah kendini beğenen ve böbürlenip duran kimseyi asla sevmez.

﴾37﴿
Bunlar cimrilik eden ve insanlara da cimriliği tavsiye eden, Allah’ın kendilerine lütfundan verdiğini gizleyen kimselerdir. Biz, kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırladık.

﴾38﴿
Ve bunlar Allah’a ve âhiret gününe inanmadıkları halde mallarını, insanlara gösteriş için sarf edenlerdir. Bir kimsenin arkadaşı şeytan olursa o ne kötü bir arkadaştır!

﴾39﴿
Allah’a ve âhiret gününe iman edip de Allah’ın kendilerine verdiğinden harcasalardı ne olurdu sanki! Allah onların durumunu hakkıyla bilmektedir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Buradan itibaren yedi âyette, sûrenin ana konuları arasında bulunan cemiyet düzeni, bu düzenin harcı durumundaki yapıcı sosyal ilişkiler, yakından uzağa doğru insanlara iyi davranmak, maddî ve mânevî yardımda bulunmak, bunları gösteriş için değil, sırf Allah rızâsı için yapmak ve böylece cemiyet halinde dünya hayatını yaşarken de bir olan Allah’a kulluğu gerçekleştirmek tavsiye ve teşvik edilmektedir. Allah’a başkasını ortak koşmak (şirk) birisi inançta, diğeri amelde ve davranışta olmak üzere iki çeşittir. İnançta şirk, Allah’tan başka bir varlığın tanrı olduğuna veya Allah’a mahsus sıfatlardan bir kısmını taşıdığına inanmakla olur. Amelde şirk ise ibadeti ve kulluğu Allah’a tahsis edip, yalnız O’nun için yapacak yerde başka varlıkları da O’na ortak kılmakla gerçekleşir. Bu âyetlerde kınanan kibir, cimrilik, gösteriş yapma duygu ve eylemlerinde iki çeşit şirkin de izleri vardır. Kibirlenen kimse Allah karşısında bağımsızlığını ilân ediyor ve nefsine tapıyor demektir. Cimrilik eden kimsede ise Allah’ın lutfuna karşı nankörlük ve güvensizlik vardır. İyiliği insanlar görsün ve kendisini övsünler diye yapanlar ibadet ve kulluğa Allah rızâsından başka unsurlar katmaktadırlar. Yalan söylemek, sözünde durmamak, emanete hıyanet etmek nasıl kişiyi –terim anlamında münafık kılmasa bile– münafıklığa yaklaştırıyorsa, yukarıda sıralanan nitelikler de insanı –müşrik yapmasa bile– şirke yaklaştırmakta, müşriklere ait bulunan bazı duygu, düşünce ve davranışların içine sokmaktadır.
Kendisine iyi davranılacak kimselerin başında ana-baba gelmektedir. Burada olduğu gibi birçok âyette “Allah’a şirk koşmayı yasaklama”nın hemen arkasından ana-babaya iyi davranma emrinin gelmesi anlamlıdır; işin önemini göstermektedir. Akrabaya, yetimlere ve yoksullara iyilik etmek birçok âyet ve hadiste hararetle tavsiye edilmiştir. Burada komşu, arkadaş, yolcu ve el altında bulunanlar da iyilik (ihsan) edilecekler arasına alınmışlardır.
Türkçe’deki komşu teriminin karşılığı olan âyetteki câr kelimesi, “yakın olma, yakınlık” anlamındaki civâr ve mücâvere masdarlarından isim olup genellikle birbirine yakın meskenlerde yaşayan kişilerin ve ailelerin her birini ifade eder. Ayrıca aralarında meslek, iş yeri, arazi vb. yönlerden yakınlık bulunanlar hakkında da kullanılmaktadır (Lisânü’l-‘Arab, “cvr” md.).
Müfessirler, âyetteki komşu kavramı hakkında değişik yorumlar aktarmışlardır. Meselâ Evzâî’nin, bir evin farklı yönlerinde bulunan kırkar evi o eve komşu saydığı belirtilir. Bazı rivayetlere dayanarak bir evden bağırıldığında sesin duyulabildiği bütün evlerin komşu sayılması gerektiği söylenmişse de bu rivayetlerin sıhhati tartışmalı olduğundan bu görüşe itibar edilmemiştir (bk. Abdurrahman b. Ahmed b. Muhammed b. Fâyi‘, s. 33-34). Âyetlerde ve sahih hadislerde komşuluğun sınırıyla ilgili sarih bir bilgi bulunmadığını, bu hususta ölçü veren rivayetlerin sıhhatinin ise kuşkulu olduğunu belirten birçok âlim, kimlerin komşu sayılacağını örfün belirlediği görüşünü tercih etmişlerdir (meselâ bk. İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 537; Merdâvî, VII, 243; Âlûsî, V, 29).
Yaygın yoruma göre âyette geçen “yakın komşu” ile evleri en yakında bulunan komşular, “uzak komşu” ile de nisbeten daha uzakta oturan komşular kastedilmiştir. İlkiyle akrabalık bağı bulunan, ikincisiyle akraba olmayan komşuların veya ilkiyle müslüman, ikincisiyle gayri müslim komşuların kastedildiği gibi daha başka yorumlar da yapılmıştır (Zemahşerî, I, 267-268; Şevkânî, I, 521). Kurtubî, bu son yorumu da sahih bir yorum olarak değerlendirir; ayrıca âyetteki “ihsân” kelimesinin, yerine göre komşunun mutluluğunu ve kederini paylaşma, birlikte dostça yaşama, komşuya eziyet etmeme ve onu himaye etme gibi erdemli davranışları içerdiğini belirtir (V, 183-184). Hadislerde de komşuluğun önemini ve komşu haklarını anlatan çeşitli açıklamalar bulunmaktadır. Bunların en dikkate değer olanı “Cebrâil, komşu hakkı üzerinde o kadar önemle durdu ki, neredeyse komşuyu komşuya mirasçı yapacak sandım” anlamındaki hadistir (Buhârî, “Edeb”, 28; Müslim, “Birr”, 140, 141). Başka hadislerde de komşusunun, kötülük yapmasından korktuğu kimsenin tam olarak iman etmiş olamayacağı (Buhârî, “Edeb”, 29; Müslim, “İmân”, 73); Allah katında en hayırlı komşunun, komşularına en çok iyilik eden kimse olduğu (Tirmizî, “Birr”, 28) bildirilmekte; ayrıca komşuların, en yakın olanlardan başlamak üzere birbiriyle hediyeleşmeleri de öğütlenmektedir (Buhârî, “Şüf‘a”, 23; “Hibe”, 16).
Sosyal hayatın aileden sonraki halkasını komşular oluşturduğundan her din ve kültürde komşuluk ilişkileriyle ilgili kurallar bulunur. İslâmî kaynaklarda komşu hakları genel olarak kul hakları (hukuk-ı ibâd) veya insan hakları (hukuk-ı âdemiyyîn) denilen haklar çerçevesinde ele alınır, bu haklarla ilgili buyruk ve yasaklar komşuluk ilişkilerini de kaplar. Ayrıca özel olarak komşuluk haklarına da yer verilir (meselâ bk. Gazzâlî, İhyâ’, II, 212-215). İnsan ilişkileriyle ilgili âyet ve hadisler bütün olarak dikkate alındığında İslâm’da, yabancılara karşı nefret telkin eden ve onları aşağılayan yahudi telakkisinin (bk. H. Lesetre, “Prochain”, Dictionnaire de la Bible, V, 683-684) âdil ve ahlâkî görülmediği; buna karşılık İncil’in “Düşmanlarınızı sevin” buyruğunun da (Matta, 5/43-44) gerçekçi bulunmadığı anlaşılmaktadır. Bunun en açık kanıtlarından biri, “Bir topluluğa duyduğunuz kızgınlık sizi adaletsizlik yapmaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvâya daha uygundur” (el-Mâide 5/8) meâlindeki âyettir. “Allah’a ve âhiret gününe inanan kimse komşusuna eziyet etmesin” (Buhârî, “Rikak”, 23; Nikâh”, 80; Müslim, “Îmân”, 74, 75); “Allah’a ve âhiret gününe inanan kimse komşusuna iyilik etsin” (Buhârî, “Edeb”, 31; Müslim, “Îmân”, 74, 76, 77) meâlindeki örneklerde de görüldüğü gibi hadislerde komşuluk kavramının din ayırımı yapılmaksızın mutlak olarak kullanılmasını dikkate alan âlimler, gayri müslim komşuların da komşuluk haklarının bulunduğu görüşünde birleşmişlerdir (Kurtubî, V, 188). Özellikle komşuları üç gruba ayırarak akraba olan müslüman komşuların akrabalık, dindaşlık ve komşuluk hakları; akraba olmayan müslüman komşuların dindaşlık ve komşuluk hakları; gayri müslim komşuların ise komşuluk haklarının bulunduğunu belirten hadis (Aclûnî, I, 328), sıhhati kesin olmasa bile konuyla ilgili sahih hadislerin ruhuna uygun düşmesi, ayrıca bu husustaki genel İslâmî telakkiyi yansıtması bakımından önemli görülmüş ve konu hakkındaki hemen bütün kaynaklarda bu rivayete yer verilmiştir.
Konumuz olan âyetteki buyruklardan biri de yolcuya yardımdır. Ulaşım ve iletişimin güç ve sınırlı olduğu zamanlarda yolcuya yardımcı olmanın önemi daha fazla idi. Günümüzde de yolculuk esnasında yardıma muhtaç hale gelen, yer ve yol soran, dil bilmediği için iletişimde güçlük çeken kimselere yardım gereği devam etmektedir. Bu husustaki âyet ve hadisler dikkate alındığında Allah rızâsı için yolculara yardım eden, seyahat rehberliği yapan resmî ve sivil kurumlar oluşturmanın müslümanlara düşen kulluk vazifeleri arasında bulunduğu ortaya çıkmaktadır.
“Ellerinizin altında bulunan (ellerinizin sahip olduğu)” kimseler, kölelik kaldırılmadan önce birinci derecede köleler idi, İslâm bunlara iyi davranılmasını, efendisiyle köle arasındaki ilişkinin “ihsan” çerçevesinde olmasını ısrarla istemiştir. Günümüzde kölelik kaldırılmıştır, ancak güçlülerin elleri altında eskiden olduğundan daha çok zayıflar bulunmaktadır. Müminler her nevi gücün Allah’tan olduğunu asla unutmayacaklar; maddî ve mânevî güç sermayesini insanları ezmek ve sömürmek için değil, Allah’a kulluk yolunda, iyilik ve hizmet için kullanacaklardır.

Kaynak :
 
Nisâ Suresi - 40 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اِنَّ اللّٰهَ لَا يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍۚ وَاِنْ تَكُ حَسَنَةً يُضَاعِفْهَا وَيُؤْتِ مِنْ لَدُنْهُ اَجْراً عَظٖيماً
    ﴿٤٠﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾40﴿
Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez; o zerre, bir iyilik ise onu katlar, kendi katından da büyük mükâfat verir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Allah Teâlâ kulun yaptığı iyiliği değerinden fazlasıyla, ederini katlayarak mükâfatlandırmaktadır; iyilik ve ibadet kulun elinden gelendir, mükâfatı ise Allah vermekte ve şanına lâyık bir keyfiyet ve kemiyette ihsan buyurmaktadır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 67
 
Nisâ Suresi - 41 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • فَكَيْفَ اِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ اُمَّةٍ بِشَهٖيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلٰى هٰٓؤُ۬لَٓاءِ شَهٖيداًؕ
    ﴿٤١﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾41﴿
Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit tuttuğumuz zaman halleri nice olacak!

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Kendilerine hak din ve peygamber gönderilen her ümmetin şahidi peygamberi olacaktır. Kıyamette Allah Teâlâ ümmetleri toplayacak, hesaba çekecek, peygamberlerini de şahit tutacaktır. İyi ahlâkı tamamlamak için gönderilmiş, bütün hak dinlerin değişmez esaslarını son olarak aydınlığa çıkarmış ve uygulamış, insanlığa kıyamete kadar sürecek bir din ve nizam getirmiş olan hâtemü’l-enbiyâ da bütün peygamberlerin şahidi olacaktır. Çünkü o, diğerlerinin getirip tebliğ ettiklerini ve daha fazlasını bilmektedir. Şehîd ve şahidin bir mânası da “temsil eden, şahsında gösteren”dir. Peygamberler Allah Teâlâ’nın irade ve rızâsını temsil eden, onun dilediği, beğendiği, hoşnut olduğu kulluğu şahıslarında gerçekleştiren kâmil insanlar, has kullar ve bu mânada canlı şahitlerdir. Hâtemü’l-enbiyâ olan Hz. Muhammed ise bütün peygamberlerin güzel sıfat ve özelliklerine vâris olmuş, yalnız kendisine ait bulunan kemâlât ile de onları aşmıştır. Onun bütün peygamberlere şahit olması, bu özelliğinin tabii bir sonucudur. İnsanlar dünyada yaşadıkları kulluk imtihanının âhirette sonucunu almak üzere toplandıklarında peygamberleri, bir “cevap anahtarı” gibi onlara takdim edilecek; doğru ve yanlışlarını onların şahıslarında, kendi gözleriyle görecek, vicdanlarıyla hissedeceklerdir.




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 68
 
Nisâ Suresi - 42 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • يَوْمَئِذٍ يَوَدُّ الَّذٖينَ كَفَرُوا وَعَصَوُا الرَّسُولَ لَوْ تُسَوّٰى بِهِمُ الْاَرْضُؕ وَلَا يَكْتُمُونَ اللّٰهَ حَدٖيثاًࣖ
    ﴿٤٢﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾42﴿
Küfür yoluna sapıp peygamberi dinlemeyenler o gün, Allah’tan hiçbir haberi gizleyemez hale düşerek yerin altında kaybolmayı temenni ederler.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Küfür yoluna sapıp peygamberi dinlemeyenler o gün, Allah’tan hiçbir haberi gizleyemez hale düşerek yerin altında kaybolmayı temenni ederler.
Kaynak :
 
Nisâ Suresi - 43 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ وَاَنْتُمْ سُكَارٰى حَتّٰى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلَا جُنُباً اِلَّا عَابِرٖي سَبٖيلٍ حَتّٰى تَغْتَسِلُواؕ وَاِنْ كُنْتُمْ مَرْضٰٓى اَوْ عَلٰى سَفَرٍ اَوْ جَٓاءَ اَحَدٌ مِنْكُمْ مِنَ الْغَٓائِطِ اَوْ لٰمَسْتُمُ النِّسَٓاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَٓاءً فَتَيَمَّمُوا صَعٖيداً طَيِّباً فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَاَيْدٖيكُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَفُواًّ غَفُوراً
    ﴿٤٣﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾43﴿
Ey iman edenler! Siz sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp iken de -yolcu olan müstesna- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya yolculuk halinde bulunursanız yahut sizden biriniz ayak yolundan gelirse ya da kadınlara dokunup da -bu durumlarda- su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprağa yönelin (teyemmüm edin); yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Araplar’ın hamr ismini verdikleri “şarap” İslâm’dan sonra hemen yasaklanmamıştı, bu sebeple daha önce şarap içmeye alışmış bulunan müslümanlar da onu içer ve sarhoş olurlardı. Hicretin başlarında “Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: Bu ikisinde insanlar için büyük zarar (ism) ve bazı faydalar vardır; zararları da faydalarından büyüktür” (Bakara 2/219) meâlindeki âyet gelince sahâbeden bazıları âyette geçen ism kelimesine “zarar, kötülük, eziyet” mânası vererek “Biz onu ism için değil, faydalarından dolayı içiyoruz” dediler ve içmeye devam ettiler. Ancak bu âyet şarap ve benzeri sarhoşluk veren içkilerin yakında yasaklanacağına işaret ediyor, içenleri psikolojik olarak bunu bırakmaya hazırlıyordu. Bundan üç yıl sonra bir olay cereyan etti: Abdurrahman b. Avf yemek hazırlamış, arkadaşlarını davet etmişti. Yediler, içki içtiler ve sarhoş oldular. Namaz vakti gelince namaza durdular. İmam namazda, Kâfirûn sûresini, mânayı değiştirecek şekilde yanlış okudu, bunun üzerine tefsirini yapmakta olduğumuz âyet nâzil oldu (Tirmizî, “Tefsîr”, 5; Ebû Dâvûd, “Eşribe”, 1). Artık müslümanlar şarabı, ancak sabah ve yatsı namazlarından sonra içmeye başladılar. Çünkü bu namazlardan sonra –müteakip namaz vaktine kadar– sarhoş olup ayık hale geliyorlardı (içkinin kesin olarak yasaklanması hakkında bilgi için bk. Mâide 5/90).
Yeni emre göre sarhoş olanlar ne söylediklerini bilecek hale gelinceye, cünüp olanlar ise boy abdesti (gusül) alıncaya kadar namaz kılmayacaklardı. “Yolcu olanlar müstesna” diye tercüme edilen kısım âyette “âbirî-sebîl” şeklinde geçmektedir; bu ifadenin lafzî tercümesi ise “yolu geçenler”dir. Hemen aşağısında yolcuları anlatmak üzere “alâ sefer” ifadesi kullanılmıştır. Yolcular böyle ifade edildiğine göre “âbirî-sebîl”e farklı bir mâna verilmelidir. İşte böyle düşünen ve bir kısım açıklayıcı rivayetlerden de yararlanan tefsirciler bu ifadeyi “yolu mescidden geçenler, mescidde oturmadan bir tarafından girip diğer tarafından çıkarak yoluna devam edenler” şeklinde anlamışlardır. Medine’ye hicret edildiğinde ilk yapılan bina mescid olmuştu. Mescidin çevresinde de bir kısım ashabın evleri vardı, bu evlerin şehre açılan yolu mescidden geçiyordu, bu sebeple bazan cünüp olarak mescidden geçmek gerekebiliyordu, âyet buna izin vermiş, bazı rivayetlere göre Resûlullah birkaç istisna dışında evlerin yollarını değiştirtmiştir (Buhârî, “Salât”, 80). Bu açıklamayı benimseyenlere göre “... namaza yaklaşmayın” cümlesindeki namazdan maksat “sarhoşlar için namaz ibadeti”, cünüp olanlar için ise “namaz kılınan yer olan mesciddir.” Cünüp olanlar, içinde oturmamak üzere –ihtiyaca binaen– mescide girip çıkabilirler; bu tefsiri yapanlar içinde İbn Mes‘ûd, İbn Dînâr, Nehaî, Mâlik, Şâfiî gibi âlimler vardır. Âyeti farklı yorumlayan, aralarında Ali, İbn Abbas, İbn Cübeyr, Mücâhid, Ebû Hanîfe gibi âlimlerin de bulunduğu diğer gruba göre “yolu geçenler”den maksat, bizim meâlinde tercih ettiğimiz gibi yolculardır. Yolculukta su bulunmaması, mevcut suya hayati ihtiyacın bulunması gibi sebeplerle cünüp olanlar boy abdesti almakta güçlük çekebilirler; bu sebeple yolculuk halinde cünüp olanlara teyemmüm meşrû kılınmıştır. Aşağıda “alâ sefer” şeklinde farklı bir ifade ile yolcular geçeceği halde burada zikredilmesi, suyun bulunmaması veya suya olan ihtiyacın yolculuk halinde daha fazla olmasındandır (Cessâs, I, 202-205).
Yolculukta su bulunmadığı veya onu kullanmaya bir engel bulunduğu takdirde teyemmümün câiz olduğu hükmünde ittifak vardır. Şâfiî gibi bazı müctehidler su mevcut ise hazarda (yolcu olmayanlar için) hayatî tehlike bulunmadıkça teyemmümün câiz olmadığı hükmünü benimsemişlerdir. Nisâ sûresindeki bu âyet sefer halinde, Mâide sûresindeki 6. âyet ise hazar halinde teyemmümün gusül ve abdest yerine geçtiğini ifade etmektedir.
Teyemmüm, niyet edildikten sonra yer kabuğuna ait temiz toprak, kil, kum, taş gibi bir nesneye iki elin içi ile dokunup yüzü, sonra bir daha dokunup dirseklere kadar kolları meshederek yapılmakta, hem abdest hem de –cünüpler için– gusül yerine geçmektedir. Gusül İslâm’dan önce de Araplar’ın bildiği ve uyguladığı bir maddî-mânevî temizliktir. Araplar’ın bu temizlik usulünü ya Hz. İbrâhim geleneğinden ya da yahudilerden (Levililer, 15/16-18) almış oldukları düşünülmüştür (İbn Âşûr, V, 62). Teyemmüm İslâm’a mahsus bir ibadet hazırlığı ve mânevî temizlik aracıdır. Bununla beden temizlenmese de Allah’ın huzuruna durup namaz kılacak olan kul bir temizlik şuuru kazanmakta ve kendini ibadete hazırlamaktadır.
Teyemmüm âyeti hicretten sonra 6. yılda Müreysî seferinde gelmiştir. Bu seferde Hz. Âişe’nin bir gerdanlığı kaybolmuş, aramak için vakit harcanmış, suyun bulunduğu menzile ulaşma imkânı kalmamıştı; namaz vakti de geçmek üzeredeydi. Bu sırada teyemmüm âyeti geldi. Bu âyetin konumuz olan Nisâ sûresi âyeti mi, yoksa Mâide sûresinin 6. âyeti mi olduğu hususunda tereddüt vardır. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’ye göre âyetin “sarhoş ve cünüpler için namazı yasaklayan” kısmı yukarıda aktarılan olay üzerine gelmiştir. Diğer kısmın gelmesine ise Hz. Âişe ile ilgili hadise sebep olmuştur. Bu hadise üzerine gelen kısım Mâide sûresinin 6. âyetindedir. Nisâ sûresinde ise münasebet düştüğü için tekrar vahyedilmiştir. Buhârî’nin Sahîh’inde teyemmümle ilgili kısmın hem Mâide hem de Nisâ sûrelerinin tefsirlerinde (“Tefsîr”, 4/10; 5/3) tekrar edilmesi de bu anlayışı desteklemektedir (I, 442). Aksini de kaydetmekle beraber Nisâ sûresinin Mâide’den önce geldiğini ileri süren İbn Âşûr, Kurtubî’nin de aynı görüşü paylaştığından hareketle –olayı nakleden– Hz. Âişe’nin kastettiği teyemmüm âyetinin Nisâ’daki bu âyet olduğu kanaatine meyletmiştir (V, 63).
Sonuç olarak bu iki âyet birbirini tamamlayarak hazarda ve seferde, sarhoş, cünüp ve abdestsiz olanların yapamayacakları bazı şeyleri açıklamakta, olağan ve olağan dışı durumlara ait çözümler getirmektedir.
“Kadınlara dokunmak”tan maksat nedir? Âyette kullanılan lems ve mülâmese kelimesinin hakikat mânası “el veya bedenin bir kısmıyla dokunmak”, mecaz mânası ise “cinsî temasta bulunmak”tır. Lems ile eş anlamlı olan mess kelimesi Kur’an-ı Kerîm’de cinsel ilişki mânasında da kullanılmıştır (Bakara 2/236-237). Müctehid ve müfessirler bu iki mânadan birini tercih konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir:
1. Hz. Ali, İbn Abbas, Mücâhid ve Ebû Hanîfe’nin aralarında bulunduğu bir gruba göre maksat cinsî temasta bulunmaktır, yalnızca dokunmak (deri teması) guslü de, abdesti de bozmaz.
2. Mâlik, Ahmed ve İshak’a göre cinsî haz almak maksadıyla dokunma abdesti bozar, böyle bir maksat bulunmadan dokunmak abdesti bozmaz.
3. Şâfiî’ye göre cinsî haz maksadı bulunsun bulunmasın deri teması abdesti bozar; bu anlayış İbn Mes‘ûd, İbn Ömer, Zührî gibi müctehidlerden de nakledilmiştir.
4. Evzâî’ye göre el ile dokunmak abdesti bozar, bedenin diğer bir yeri ile dokunmak bozmaz. Şevkânî bu görüşleri naklettikten sonra bizce de doğru olan şu açıklamada bulunmuştur: Kur’an-ı Kerîm’in burada kullandığı kelime her iki mâna için de uygundur, birini diğerine tercih mümkün değildir, böyle ihtimalli durumlarda kelimeden bir hükme varılamaz. Burada Hz. Peygamber ve sahâbenin uygulamasına bakmak gerekir; buraya bakıldığında ulaşılan sahih sonuç ise yalnızca deri ile dokunmanın abdesti bozmadığı, âyette kastedilen dokunmanın “cinsî temasta bulunmaktan ibaret” olduğudur (I, 527-529).
“Eğer hasta olur veya yolculuk halinde bulunursanız... –bu durumlarda– su bulamamışsanız” ifadesinden yalnızca hastalık veya yolculuk halinin teyemmüm ruhsatı için yeterli olmadığı, ayrıca bu durumlarda suyun bulunmaması veya bulunsa bile kullanma imkânının olmaması gerektiği mânası çıkmaktadır. Su bulunmadığında hasta ve yolcu olmayanlar da teyemmüm edebildiklerine göre burada “hasta ve yolcu” olmanın önemi kalmamaktadır. Şu halde niçin bu kayıtlar konmuştur? Eğer Nisâ sûresinin –özellikle bu âyetin– Mâide’den daha önce indiği kabul edilirse bu soruya şu cevap verilebilir: Nisâ sûresinde “yolculuk ve hastalık halinde su bulamayanlar” için, Mâide sûresinde ise “hazar halinde su bulamayanlar” için teyemmüm ruhsatı açıklanmıştır. Soruya şu cevaplar da verilmiştir: a) Suyun bulunmama ve kullanılamama ihtimali hastalık ve yolculuk halinde daha fazla olduğundan bu iki durum özellikle zikredilmiştir. b) Suyu bulamamak mecazen “bulunduğu halde ihtiyaç, korku, zarar görme gibi bir sebeple onu kullanma imkânından mahrum olmak” mânasına da gelmektedir. Yolcular ve hastalarda bu mânada “suyu bulamama” hali daha çok olmaktadır.







Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 69-73
 
Nisâ Suresi - 44-45 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذٖينَ اُو۫تُوا نَصٖيباً مِنَ الْكِتَابِ يَشْتَرُونَ الضَّلَالَةَ وَيُرٖيدُونَ اَنْ تَضِلُّوا السَّبٖيلَؕ
    ﴿٤٤﴾
  • وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِاَعْدَٓائِكُمْؕ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَلِياًّࣗ وَكَفٰى بِاللّٰهِ نَصٖيراً
    ﴿٤٥﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾44﴿
Kendilerine kitaptan nasip verilenleri görmüyor musun? Sapkınlığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.

﴾45﴿
Allah düşmanlarınızı daha iyi bilir. Gerçek bir dost (velî) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Sûrede bir yandan aile, miras hukuku, ibadet gibi alanlarda müslümanlara mahsus hükümler açıklanırken diğer yandan hak dine inanmayanların dünya hayatında diğer inanç sahiplerine karşı haksız, kaba, insafsız, zulme varan davranışları anlatılmakta; bunların âhirette görecekleri muamele ve ağır cezalar tasvir edilmektedir. Bu mukayeseli anlatım tarzı müminlerin içinde bulundukları durumu daha iyi kavramalarını, nimet ve iyilikleri Allah’tan bilip şımarmadan şükretmelerini, karşılaştıkları güçlük, külfet ve mahrumiyetleri ise fazla büyütmeden sabır ve tahammül göstererek ecre çevirmelerini sağlamaktadır. 44-57. âyetler yukarıda geçen 36-42. âyetlerin konu bütünlüğü bakımından devamı gibidir. Başta yahudiler olmak üzere bütün kâfirler ve inanmadıkları halde inanmış gözükerek müslümanları aldatan münafıklar bu âyetlerde müminlere tanıtılmakta, tuzak ve taktikleri açıklanmakta, müslümanlar uyarılmaktadır.

Kaynak :v
 
Nisâ Suresi - 46 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • مِنَ الَّذٖينَ هَادُوا يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهٖ وَيَقُولُونَ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ وَرَاعِنَا لَياًّ بِاَلْسِنَتِهِمْ وَطَعْناً فِي الدّٖينِؕ وَلَوْ اَنَّهُمْ قَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا وَاسْمَعْ وَانْظُرْنَا لَكَانَ خَيْراً لَهُمْ وَاَقْوَمَۙ وَلٰكِنْ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ بِكُفْرِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُونَ اِلَّا قَلٖيلاً
    ﴿٤٦﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾46﴿
Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden saptırıyorlar. Dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak “işittik ve karşı geldik; dinle, dinlemez olası, râinâ” diyorlar. Eğer onlar “Dinledik ve itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; fakat inkârları sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Yahudilerden bir kısmının kelimelerin yerlerini değiştirmeleri –muhtemelen bu âyetten alınan– tahrîf terimi ile ifade edilmektedir. Tahrifin çeşitleri vardır. Âyetin devamında verilen tahrif örneklerinde müsbet mâna ve değer ifade eden kelimeler alınmakta, ya ses benzerliğinden veya kelimelerin diğer mânalarından yararlanılarak olumsuz, kötü, aşağılayıcı maksatlarla kullanılmaktadır. Meselâ “râinâ” kelimesi Arapça’da “Bizi gözet, durumumuzu göz önüne alarak konuş...” mânasına gelir, müminler bu ifadeyi olumlu bir mânada kullanmakta, Hz. Peygamber’den –söylediklerini iyi anlamaları ve yerine getirebilmeleri için– durumlarını gözeterek konuşmasını, açıklamalarını buna göre yapmasını istirham etmektedirler. Yahudiler ise İbrânîce’de ses itibariyle bu kelimeye benzeyen ve “ahmak, kalın kafalı” gibi bir mâna ifade eden “râûnâ” kelimesinin mânasını kastederek “râinâ” demektedirler. Tahrifin diğer şekilleri kelimelerin yerlerini değiştirmek, kelimeleri başkalarıyla değiştirmek ve lafızla alâkası olmayan veya kastedilme ihtimali çok uzak bulunan mânalar vererek sözü asıl mânasından saptırmak suretiyle yapılmaktadır. Bir kısım yahudiler ve hıristiyanlar tahrifin bütün şekillerini yapmışlar, hem kendilerini aldatmışlar hem de başkalarını saptırmak istemişlerdir. Kötü niyetle davranan, hidayet karşısında sonuna kadar direnen kâfirler akıl ve iradelerini böyle kullandıkları için ilâhî lânete müstahak olmuşlardır, lânetlenmişlerin ise inanmaları beklenemez. “Artık pek az inanırlar” ifadesi, “Bunu çok az adam söyleyebilir”, “utanması az” deyimlerinde olduğu gibi olumsuzluk ifade etmek için kullanılmıştır, “Artık inanmazlar” demektir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 76-77
 
Nisâ Suresi - 47 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اٰمِنُوا بِمَا نَزَّلْنَا مُصَدِّقاً لِمَا مَعَكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَطْمِسَ وُجُوهاً فَنَرُدَّهَا عَلٰٓى اَدْبَارِهَٓا اَوْ نَلْعَنَهُمْ كَمَا لَعَنَّٓا اَصْحَابَ السَّبْتِؕ وَكَانَ اَمْرُ اللّٰهِ مَفْعُولاً
    ﴿٤٧﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾47﴿
Ey Ehl-i kitap! Biz birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden yahut cumartesi yasaklarını çiğneyen kimseleri lânetlediğimiz gibi onları da lânetlemeden önce, sizdekini doğrulamak üzere indirdiğimiz kitaba iman edin. Allah’ın emri mutlaka yerine gelecektir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


“Yüzleri silip dümdüz etme”nin hakikat mânası yüzdeki organları kaldırmak, yok etmektir. Mecaz mânası ise bu organların işe yararlığını ortadan kaldırmak; çirkin, nursuz, işe yaramaz hale getirmektir. Hakikat mânası kastedildiği takdirde “arkalarına çevirmek”ten maksat bu organları kafanın arkasına koymaktır. Organlar burada olunca öne gitmek isteyen kimse arkaya doğru gidecektir. Kelimenin mecaz mânası kastedilmiş ise geriye çevirmekten maksat, bu organlar ile elde edilecek hayır, bereket, verimlilik ve saadetten mahrum olmak, kemale doğru ilerlemek yerine ilkelliğe doğru gerilemektir (“cumartesi adamlarının lânetlenmesi” hakkında bk. Bakara 2/65-66; A‘râf 7 /163).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 77
 
Nisâ Suresi - 48 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِهٖ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدِ افْتَرٰٓى اِثْماً عَظٖيماً
    ﴿٤٨﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾48﴿
Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse hakkında bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Yukarıda Ehl-i kitap’tan bahsedildikten sonra “Allah Teâlâ’nın şirk dışındaki bütün günahları dilerse affedeceğini” bildiren âyetin gelmesi sebebiyle bazı müfessirler, bu âyetin öncekilerle ilgisi bulunduğunu düşünmüşler, buradaki mağfiret (bağışlama) kavramının ne mânaya geldiği sorusuna cevap aramışlardır. Bu cevaplardan birine göre burada bağışlanan ceza –tabii felâketler, mağlûbiyet, esaret gibi– kâfirlere dünyada verilen cezadır. Allah bu cezayı müşriklerden kaldırmaz, diğerlerinden isterse kaldırır. Bir başka açıklamaya göre ise bağışlama “müsamaha, hukuk dahilinde yaşama hakkı verme” mânasına gelmektedir. Ehl-i kitap zimmet akdine bağlanarak müslümanların himayesinde kendi dinlerine göre yaşama hakkına sahiptirler, müşrikler ise ya iman edecekler yahut da yok edileceklerdir (İbn Âşûr, V, 80). Müşriklere yaşama hakkı ve imkânı verilmeyeceği hükmünü benimseyenler Tevbe sûresinin 5. âyetine dayanmaktadırlar. Ancak bu âyetin öncesi ve sonrası dikkatle okunduğunda müşriklerin öldürülmesi emrinin şirk suçuna değil, onların antlaşmaları bozmaları ve hukuka riayet etmemelerine bağlı olduğu anlaşılacaktır. İlgili naslar bir arada değerlendirildiği zaman bu konuda ulaşılan sonuç şudur: Zulme sapmayan, hürriyet ve adalet üzerine kurulmuş toplum düzenini bozmayan bütün fertler ve gruplar –dinleri, inançları ne olursa olsun– hayat hakkına sahiptirler.
Bağışlama âyetinin üst tarafına bağlı olmadığını, bu konuda genel bir hüküm getirmek üzere indirildiğini düşünen tefsircilere göre de ortada önemli problemler ve sorular vardır; bu yüzden âyete “müteşâbih” diyenler bile olmuştur. Çünkü âyeti tek başına ele alıp lafza bağlı yorum yaptığımızda şu sonuçlar çıkmaktadır: a) Allah Teâlâ –Ehl-i kitap gibi– müşrik olmayan inkârcıları bağışlayabilecektir. b) Günahkâr müminleri, tövbe etmeseler bile bağışlayabilecektir. c) Kâfir iman etse ve günahkâr mümin tövbe etse bile bunları bağışlamayabilecektir; çünkü “isterse bağışlar” ifadesi vardır. Halbuki konuyla ilgili birçok âyet ve hadis, bu üç konuda kesin olarak farklı hükümler getirmiştir. Şu halde bağışlama âyetinin –bu farklı hüküm getiren– âyet ve hadisler çerçevesinde anlaşılması gerekmektedir, tek başına ve zâhire göre yorumlamak önemli ölçüde hatalı anlayışlara yol açacaktır.
İbn Âşûr’un, İbn Atıyye’yi (II, 64) tamamlayarak yaptığı açıklamaya göre bağışlanma şansı bakımından insanları dört gruba ayırmak gerekir:
1. Hak dinin inkârında ısrar ederek ölen kâfirler; bunlar ebedî olarak cehennemde kalacaklardır.
2. Günahı olmayan müminler; bunlar Allah’ın vaadine göre kesin olarak doğrudan cennete gireceklerdir.
3. Günah işledikten sonra tövbe eden ve tövbesinde sebat ederek ölen müminler; bunlar da bir önceki müminler gibidir.
4. Günah işleyip tövbe etmeden ölen müminler. Bunlar da: a) Mürcie mezhebine göre cennete girerler, günahları buna engel olmaz; Allah Teâlâ’nın ceza tehditleri (vaîdler) kâfirlerle ilgilidir, müminler –günahkâr da olsalar– buna dahil olmazlar. b) Mu‘tezile’ye göre büyük günah işleyip tövbe etmeden ölenler cehennemliktir. c) Hâricîler’e göre büyük veya küçük günah işleyip tövbe etmeden ölenlerin imanı yoktur, kendileri ebedî cehennemliktir. Vaad âyetleri (mükâfat sözü veren âyetler) günahsız veya tövbe etmiş müminlere aittir, vaîd âyetleri ise kâfir olsun imanlı olsun günahkârlara aittir; onların durumunu bildirmektedir.
d) Ehl-i sünnet’e göre mutluluk ve esenlik müjdesi veren vaad âyetlerinin zâhiri (teker teker lafzî yorumdan çıkan hüküm) genel olmakla beraber maksat özeldir, bunlarla günahsız müminlerle günahkârlar içinden Allah’ın ceza vermeyeceği grup kastedilmiştir. Ceza tehdidi içeren vaîd âyetlerinin de zâhiri genel olmakla beraber kastedilenler özeldir, belli bir gruptur; yani kâfirlerle Allah Teâlâ’nın cezalandıracağı günahkâr müminler kastedilmiştir.
Tefsir etmekte olduğumuz âyette geçen “Bundan başkasını dilediği kimseler için bağışlar” cümlesi yukarıda açıklanan âyetler arası ilişki yumağı içinde ele alınacaktır; bu âyet icmal (özet), diğerleri tafsildir (geniş, detaylı açıklamadır). Allah’ın hangi kullarına ceza vermeyi, hangilerine de vermemeyi dileyeceği yine kendisi tarafından diğer âyetlerde açıklanmıştır. Buna göre tövbe eden kimse daha önce müşrik, Ehl-i kitap, günahkâr müslüman olsa da Allah Teâlâ tarafından bağışlanacak ve tövbesi kabul edilecektir; çünkü O böyle vaad etmiştir. Tövbe etmeden ölen günahkâr müminler ise –günahlarını karşılayan ve aşan sevapları, hayırları, iyi işleri, eserleri bulunmadığı takdirde –ebedî olarak değil– günahlarının cezasını çekecek kadar cehennemde kalacaklardır. Allah bunun böyle olmasını istemiş ve iradesini kitabında bildirmiştir (İbn Âşûr, V, 81-83. Ehl-i kitabın âkıbeti için bk. Bakara 2/62).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 77-79
 
Geri
Üst