• Eğitim sadece okula gitmek ve bir derece kazanmakla ilgili değildir. Bilginizi genişletmek ve yaşam hakkındaki gerçeği almakla ilgilidir. – Shakuntala Devi

Nisâ Suresi Tefsiri

Kemal Ayhan

Administrator
Yönetici
Nisâ Suresi

Hakkında​

Medine döneminde inmiştir. 176 âyettir. Sûre, özellikle kadın haklarından,onların hukûkî ve sosyal konumlarından bahsettiği için bu adı almıştır. “Nisâ” kadınlar demektir.

Nuzül​


Mushaftaki sıralamada dördüncü, iniş sırasına göre doksan ikinci sûredir. Mümtehine sûresinden sonra, Zilzâl’den önce inmiştir. Bakara, Enfâl, Âl-i İmrân, Ahzâb ve Mümtehine sûreleri Medine’de Nisâ’dan önce nâzil olmuştur. Sûrenin, hicretten sonra 5 veya 6. yılda Müreysî Gazvesi’nde dinî hükümler ve uygulamalar arasına girdiği bilinen teyemmüm âyetini ihtiva etmesi, ağırlıklı olarak bu yıllarda indiğini düşündürmektedir. Buhârî’de yer alan (“Ferâiz”, 14) Nisâ sûresinin 176. âyetinin Kur’an’ın son âyeti olduğu yönündeki rivayet dikkate alındığında, başka bazı sûreler gibi bunun da nüzûlünün geniş bir sürede tamamlandığı söylenebilir.
Sûrenin hicret günlerinde veya Mekke’de nâzil olduğunu ifade eden rivayetler zayıf bulunmuştur. “Ey insanlar!” hitabıyla başlayan sûrelerin Mekke’de vahyedildiği yönündeki kabulden hareketle ileri sürülen son iddiaya şöyle karşı çıkılmıştır: Medine’de geldiği bilinen birçok âyette benzer hitaplar bulunmaktadır ve Medine’de “ey insanlar!” denildiğinde bununla yalnızca Medineliler kastedilmez; dolayısıyla bu hitap Mekke’de inişin işareti değildir (İbn Âşûr, IV, 212).




Konusu​


Kur’an-ı Kerîm’in özü ve özeti olan Fâtiha sûresinde müminler, “(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet” (1/5-6) diyorlardı. Bu sûrede, Fâtiha’da yer alan ilkelerin –daha ziyade kulluk ve doğru yolla ilgili– detayları üç ayrı alanda verilmektedir:
a) Kadın-erkek ilişkisi ve aile hayatı. Bu alanla ilgili olarak bütün insanların aynı kökten geldiği, kadının da aynı nefisten yaratıldığı, insanların hemcinslerine iyi davranmaları, erkek ve kadın her insanın hayata başladıkları koruyucu ve besleyici yatak olan ana rahmini ve akrabalık ilişkisinin doğurduğu hakları unutmamaları gerektiği bildirilmiş; akraba, eş, analı-babalı, yetim, hür ve câriye olarak kadınların hakları, aile hayatının kuralları ve miras hükümleri açıklanmış, gerektiği yer ve durumda hükümler müeyyidelere bağlanmıştır.
b) Kur’an-ı Kerîm’in inanan muhatapları, kadın-erkek ve aile ilişkilerinde Allah’a kulluk edecekleri gibi inanan ve inanmayan diğer insanlarla ilişkilerinde de Allah’a kul olma şuurunu koruyacak, O’nun tâlimatına uygun davranacaklardır. Bu alana ait olmak üzere sûrede canın, malın ve mülkiyetin korunması, bunlara karşı yapılan tecavüzlerin cezalandırılması; adalet, iyilik, yardımlaşma, emanete riayet edilmesi gibi konulara ve hükümlere yer verilmiş; müminlerle “münafıklar, yahudiler ve müşrikler” arasındaki ilişkilere ait kaide ve hükümler getirilmiş; hicretin hükmü açıklanmış ve câhiliye izlerinin silinmesi teşvik edilerek alkollü içki kullanımının yasaklanmasına ilk adımlar atılmıştır.
c) Üçüncü olarak da çeşitli âyetlerde vakit namazı, korku namazı, namaz için gerekli bulunan temizlik (tahâret) gibi ibadetlere, ferdî ve sosyal ahlâk kurallarına yer verilmiş; böylece sosyal kurallar, düzenlemeler ve kurumlardan maksadın sağlıklı bir “Allah-kul ilişkisi” kurmaya, yalnızca Allah’a kul olmak isteyenlerin önündeki engelleri kaldırmaya yönelik olduğuna işaret buyurulmuştur.
 
Nisâ Suresi - 96 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • دَرَجَاتٍ مِنْهُ وَمَغْفِرَةً وَرَحْمَةًؕ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَحٖيماًࣖ
    ﴿٩٦﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾96﴿
(Bu karşılık,) O’ndan gelen rahmet, günahların örtülmesi ve üstünlük dereceleridir. Zaten Allah hep günahları örtmekte ve rahmetiyle muamele etmektedir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Önceki âyette geçen “derece” kelimesi, üstünlüğün hangi bakımdan olduğunu açıklamak için gelmiştir. Buradaki “dereceler” kelimesi ise Allah Teâlâ’nın mücahidlere vereceği üstünlük derecesinin bir tek dereceden ibaret olmadığını, güzel sonuçları birbirinden farklı ve üstün birçok derecenin söz konusu olduğunu ifade etmektedir.

Kaynak :
 
Nisâ Suresi - 97 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اِنَّ الَّذٖينَ تَوَفّٰيهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ ظَالِمٖٓي اَنْفُسِهِمْ قَالُوا فٖيمَ كُنْتُمْؕ قَالُوا كُنَّا مُسْتَضْعَفٖينَ فِي الْاَرْضِؕ قَالُٓوا اَلَمْ تَكُنْ اَرْضُ اللّٰهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُوا فٖيهَاؕ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُؕ وَسَٓاءَتْ مَصٖيراًۙ
    ﴿٩٧﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾97﴿
Kendilerine yazık etmekte iken hayatlarını sona erdirdikleri kimselere melekler “Ne işte idiniz?” dediler, (onlar) “O yerde zayıf görülenlerden idik” cevabını verdiler. Melekler ise “Allah’ın arzı geniş değil miydi, hicret etseydiniz ya!” dediler. İşte onların barınağı cehennemdir ve orası gidilecek ne kötü bir yerdir!

Tefsir (Kur'an Yolu)​


“Kendilerine yazık etmekte iken” ölen kimseler, Mekke’den Medine’ye göç etme imkânları bulunduğu halde bunu yapmayan, Mekke müşrikleri arasında yaşamaya devam eden, bu sebeple ya tekrar küfre dönen veya dinlerini tehlikeye atanlardır. İbn Abbas bu âyetle ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır: Müslümanlardan bir grup insan müşriklerle beraber bulunuyor, savaşlarda da Resûlullah’a karşı müşriklerin sayısını arttırmış oluyorlardı. Bu arada atılan oklardan ve sallanan kılıçlardan isabet alıp yaralanıyor veya ölüyorlardı. Bunun üzerine “kendilerine yazık ederken...” âyeti nâzil oldu (Buhârî, “Tefsîr”, 4/19). Müşriklerin arasında yaşamaya devam eden kimseler ister bu beraberliğin veya baskının etkisiyle yeniden şirke dönsünler, ister dönmeyip her an bu tehlike içinde yaşasınlar kendilerine yazık (kötülük) etmektedirler, yapmaları gereken şey müslümanların arasına gelip onlarla beraber yaşamaktır.
“Zayıf sayılanlar” diye çevirdiğimiz müstad‘afîn kelimesi, hâkim topluluk tarafından güçsüz ve önemsiz sayılan, taleplerine kulak asılmayan, adamdan sayılmayan, hakkını almaktan aciz bulunan kimseleri ifade etmektedir. Medine’ye hicret ederek bu durumdan kurtulma imkânları var iken Mekke’de zillet ve zaaf içinde yaşamayı tercih edenlerde olduğu gibi, müstad‘af olmakta ve böyle kalmakta kişinin kendi etkisi ve kusuru bulunursa sorumluluğu söz konusudur. Bilgisiz, amelsiz, imansız kalmaya bu durum mazeret olamaz.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 123-124
 
Nisâ Suresi - 98-99 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اِلَّا الْمُسْتَضْعَفٖينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ لَا يَسْتَطٖيعُونَ حٖيلَةً وَلَا يَهْتَدُونَ سَبٖيلاً
    ﴿٩٨﴾
  • فَاُو۬لٰٓئِكَ عَسَى اللّٰهُ اَنْ يَعْفُوَ عَنْهُمْؕ وَكَانَ اللّٰهُ عَفُواًّ غَفُوراً
    ﴿٩٩﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾98﴿
Erkekler, kadınlar ve çocuklar içinden zayıf sayılanlar (yani) çaresiz kalanlar ve hiçbir kurtuluş yolu bulamayanlar müstesnadır.

﴾99﴿
İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedicidir, günahları bağışlayıcıdır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Ayyâş b. Ebû Rebîa olayında (bk. 92. âyet) olduğu gibi hapiste veya bağlı kalmak, hasta veya sakat olmak, hicret için gerekli olan maddî ve mânevî imkânlardan yoksun bulunmak vb. sebeplerle müşriklerin arasından çıkamayan, müstad‘af olarak onlarla yaşamak durumunda kalan, bu yüzden dinî hayatını riske atmış bulunan kimseleri Allah bağışlayacağını bildirmektedir. Çünkü O, hiçbir kimseyi gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmamaktadır (Bakara 2/233, 286).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 124
 
Nisâ Suresi - 100 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَمَنْ يُهَاجِرْ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ يَجِدْ فِي الْاَرْضِ مُرَاغَماً كَثٖيراً وَسَعَةًؕ وَمَنْ يَخْرُجْ مِنْ بَيْتِهٖ مُهَاجِراً اِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِهٖ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَقَدْ وَقَعَ اَجْرُهُ عَلَى اللّٰهِؕ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَحٖيماًࣖ
    ﴿١٠٠﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾100﴿
Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gidecek birçok uygun yer ve imkân bulacaktır. Kim Allah ve resulü uğrunda hicret ederek yurdundan çıkar da sonra ölüm onu yolda yakalarsa artık onun mükâfatını vermek Allah’a aittir; Allah daima günahları örtmektedir, engin rahmet sahibidir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


“Allah yolunda” olanlar, yani Allah’ın rızâsını elde etmek, O’nun iradesine uygun bir hayat yaşamak üzere, böyle bir hayatın mümkün olmadığı yerden mümkün olduğu yere hicret etmek, bu maksatla doğduğu, büyüdüğü, çevre ve imkânlar elde ettiği yurdunu terketmek isteyen kimseler bilmelidirler ki yeryüzünde gidilecek başka yerler vardır; buralarda da maddî ve mânevî nimetler, hürriyet ve rahatlıklar bulmak mümkündür. Zillet, baskı ve dinî hayatın devamı bakımından tehlike altında yaşamaktansa bu olumsuzlukların bulunmadığı yerleri aramak ve buralarda hayata yeniden başlamak denemeye değecektir.
97-100. âyetlerde Allah rızâsı için, Allah’ın dinini serbestçe yaşamak ve yaymak maksadıyla hicretin teşvik edildiği, hatta mazereti bulunmayan kimselerin kınandığı ve ceza göreceklerinin bildirildiği açıktır. Bu âyetleri destekleyen hadisler yanında onlara zıt gibi gözüken, daha doğrusu hicretin gerekli olduğu dönemi tarihî olarak sınırlayan hadisler de vardır. Bunların bazıları meâlen şöyledir:
“Müşrikle içli dışlı olan ve onunla beraber oturan kimse onun gibidir.” Ebû Dâvûd’un rivayet ettiği bu hadisin senedinde bazı kusurlar bulunmuş olmakla beraber ileride gelecek olan 140. âyetin bunu desteklediği ifade edilmiştir.
“Düşmanla savaş sürdüğü müddetçe hicret mecburiyeti devam edecektir.” Başka bir rivayette “tövbe kapısı kapanıncaya yani kıyamet kopmaya başlayıncaya kadar” kaydı vardır.
“Mekke fethinden sonra hicret mecburiyeti kalkmıştır; lâkin cihad ve iyi niyetle yurdundan ayrılmanın gerekliliği devam eder; bu sebeple savaşa çağırıldığınız zaman hemen katılın” (Buhârî, “Cihâd”, 1). Hz. Âişe bu hadise şöyle bir açıklama getirmiştir: “Bugün artık hicret mecburiyeti yoktur, daha önce mümin, dinini korumak, bu yüzden mâruz kalacağı baskıdan kurtulmak için Allah’a ve resulüne kaçıp sığınıyordu, bugün ise Allah İslâm’ı açıkça yaşanır hale getirmiştir, mümin nerede olursa olsun rabbine kulluk edebilir” (bu hadislerin kaynakları, sened tenkitleri ve açıklamaları için bk. Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VIII, 27 vd.).
İlgili âyetler ve hadisler birlikte değerlendirildiğinde ortaya çıkan sonuç şu olmaktadır: Hz. Peygamber Medine’ye hicret edince müslümanlara iki sebeple hicret farz olmuştu: a) Peygamber’i desteklemek, gücünü arttırmak, müslümanlarla beraber olmak. b) İslâm’ı öğrenmek ve yaşamak için elverişli olmayan bir yerde, insanlara dinden dönmelerini sağlamak üzere baskıların uygulandığı bir çevrede oturmaya devam ederek imanını ve dinî hayatını tehlikeye atmamak. Mekke fethedilip en önemli düşman olan Mekke müşrikleri kontrol altına alınınca birinci gerekçe ortadan kalkmış oldu. Bundan sonra hicretin farz olup olmaması ikinci gerekçeye bağlı hale geldi. Belirleyici unsur kişinin dinî hayatı olunca hükmün de buna bağlı bulunması tabiidir. Klasik kaynaklar dârülküfrü (müslüman olmayanların kültür ve düzenlerinin hâkim bulunduğu ülkeleri, toplumları) potansiyel olarak “uygun olmayan çevre” kabul ettiklerinden, buradan dârülislâma göçülmesinin gerekliliği üzerinde durmuşlardır. Ancak günümüzde müslümanların siyasî ve kültürel hâkimiyetleri bulunan ülke ve toplumlarda belli bir dinî anlayış ve yaşayışa karşı baskılar yapılabilmekte, buna karşı gayri müslimlerin hâkim bulundukları ülkede din ve vicdan hürriyetinin sınırları daha geniş olabilmektedir. Bu sebeple göç ve beraber oturma mecburiyetini “siyasî ve kültürel hâkimiyet” yerine “din, düşünce ve vicdan hürriyetine” bağlamak günümüz için daha geçerli gözükmektedir.
İbn Âşûr, hicretin hükmü bakımından müslümanın oturduğu yeri altı maddede incelemiştir. Aşağıda özetlenecek olan bu yaklaşım tarihe olduğu kadar günümüze de ışık tutacak, konu hakkında tutarlı bir fikir verecek niteliktedir:
a) Dindarlara baskı yapılan, her din veya belli bir din mensuplarının dinlerini terketmeleri istenen ülkeler. Burada oturan müslümanların uygun yerlere hicret etmeleri, tıpkı ilk dönem hicreti gibi farzdır. Nitekim Endülüs’te hıristiyan olmaya zorlanan müslümanların büyük bir kısmı katliama mâruz kalmış; hayatlarını kurtarabilenler her şeylerini bırakarak oradan hicret etmişlerdir. Bunların da önemli bir kısmının yollarda kaybolmalarına sebep olan bu hicret, hicrî 902’den 1016 yılına kadar sürmüştür.
b) Din yüzünden baskı yapılmayan, fakat müslümanlar için mal, namus ve can güvenliği de bulunmayan ülkeler. Dârülharp mahiyetinde olan böyle yerde mazeretsiz oturmak da câiz görülmemiştir.
c) Din yüzünden baskı, mal, can ve namus bakımından tehlike bulunmadığı halde müslümanlara, gayri müslimlere mahsus hukukun uygulandığı ülkeler. Bugün Batı’da, hıristiyanların yaşadığı ülkelerde böyle yapılmaktadır ve bu ülkelerde oturmanın hükmü konusunda İbn Âşûr, Mâlikîler’den, mekruh ve haram şeklinde iki görüş nakletmektedir.
d) Bir önceki maddeden farklı olarak müslümanlara, kendi dinlerine uygun hukuk kurallarının uygulandığı, şer‘î mahkemelerin hükümlerine, âlim ve müftülerin fetvalarına göre hareket edilmesine izin verilen ülkeler. Geçmişte Sicilya’da (Normandiyalı Roger zamanında) ve bir zamanlar İspanya’nın Gırnata bölgesinde böyle bir uygulama olmuş, bu durumda ne kalanlar göçenleri ne de göçenler kalanları kınamışlardır.
e) Yabancılara mağlûp olmuş, ağır şartlarla antlaşmaya razı olmuş sömürge, manda vb. durumundaki İslâm ülkeleri. Bu ülkelerde yönetimin başında müslümanlar bulunduğu ve İslâmî hükümler yürürlükte olup din yüzünden bir baskı da söz konusu olmadığı için hicret mecburiyetinin bulunmaması tabii görülmüştür.
f) Müslümanlara baskı yapılmamakla beraber başka inanç, ahlâk ve dünya görüşlerine mensup kimselere de diledikleri gibi yaşama hürriyeti verilen, bu sebeple İslâm’a aykırı birtakım uygulamaların açıkça görüldüğü, din ve ahlâk kurallarını çiğneyenlere karşı yalnızca sözlü uyarıya imkân verilen, bazan bunun da mümkün olmadığı ülkeler. Bazı fıkıhçılar böyle ülkelerden de hicretin farz olduğunu ileri sürmüşlerse de tarihte Ubeydîler zamanında Kayrevan’da, Fâtımîler devrinde Mısır’da bu vâkıa yaşanmış, fakat saygın âlimlerden hiçbiri ülkesinden göçmemiştir (V, 179-180). Şevkânî, bu son maddede özetlenen duruma işaret ettikten sonra şu görüşü ileri sürmüştür: “Doğru olan hüküm böyle yerlerden göçmenin farz olmadığıdır. Çünkü yalnızca açıktan günah işleniyor diye bir ülkeyi “küfür ülkesi” saymak ne naslara ne de akla uygun düşer” (Neylü’l-evtâr, VIII, 29). Fakih ve müfessir Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, İslâm’a aykırı söz ve davranışların açıkça ortaya konduğu ve karşı çıkılması da imkân dışında bulunan ülkelerde oturmanın câiz olmadığını bazı âyetlere (En‘âm 6/68 vb.) dayandırdıktan sonra hocalarından olup Mısır’da oturan Ebû Bekir el-Fihrî ile aralarında geçen şu ilginç tartışmayı aktarmaktadır:
– Mısır’dan kendi memleketine göçsen ya!
– Hâkim niteliği bilgisizlik ve akılsızlık olan bir yere göçemem.
– Mekke’ye göç et, Allah’ın ve resulünün misafiri olarak yaşa; biliyorsun ki, bid‘atların ve haramın yaygın olduğu yerlerde yaşamak câiz değildir!
– Burada birçok kimsenin hidayetine sebep oluyorum, halkı irşad ediyorum, tevhid inancını telkin ediyor, birçok yanlış inancı engelliyorum, insanları Allah yoluna çağırıyorum... (I, 485).
Bu nakillerden de anlaşıldığı üzere kitaplara geçen teorik açıklamalar her zaman ve mekânda ihtiyacı karşılamaya, en uygun davranışı belirlemeye yetmemektedir. Tutulması gereken yol ve yöntem, âyetlerin ve hadislerin amacını kavramak ve ona göre davranmaktır.





Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 124-127
 
Nisâ Suresi - 101 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاِذَا ضَرَبْتُمْ فِي الْاَرْضِ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَقْصُرُوا مِنَ الصَّلٰوةِࣗ اِنْ خِفْتُمْ اَنْ يَفْتِنَكُمُ الَّذٖينَ كَفَرُواؕ اِنَّ الْكَافِرٖينَ كَانُوا لَكُمْ عَدُواًّ مُبٖيناً
    ﴿١٠١﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾101﴿
Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin sizi gafil avlamalarından korkarsanız namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Hicretle ilgili âyetlerden sonra savaş ve sefer hallerinde namazın nasıl kılınacağı konusu açıklanmıştır. Çünkü hicret uzun yolculuğu gerektirmektedir, savaş da silâhların başından ayrılmamayı, düşmana karşı tetikte olmayı veya fiilen çarpışmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Bütün bu hallerde akla gelen soru, müslümanların en önemli ibadetleri olan namazın ne olacağıdır? Terk mi edilecektir, kazâya mı bırakılacak, imkânların elverdiği ölçüde ve şekilde vakti içinde cemaatle mi kılınacaktır?
Kur’an-ı Kerîm’in bu sorulara verdiği cevap açıktır: Sefer halinde namaz kısaltılacak, düşmanın karşısında bile olsalar müslümanlar iki gruba ayrılarak hem nöbete ve savaş halinin icabı olan önlemleri almaya devam edecekler hem de sırayla imamın arkasına gelerek bir rek‘atı imamın arkasında, bir rek‘atı da kendi başlarına kılacaklardır. İnsanların yaratılış amacı Allah’a kulluktur, namaz Allah’a kulluğun benzeri bulunmaz bir aracıdır. Şuuru yerinde olan her mümin, savaş halinde bile imkânların elverdiği ölçüde –eksilterek de olsa– namazı eda edecektir. Esasla ilgili olarak bu açıklığın dışında kalan detayları da Hz. Peygamber’in sünneti tamamlamış, akla gelecek soruları o cevaplandırmıştır.
101 ve 102. âyetlerle ilgili hadisler birlikte ele alındığında karşımıza iki namaz şekli çıkmaktadır: Yolcu namazı (seferî namaz) ve korku namazı (salâtü’l-havf). 101. âyet korku namazı hakkında açık bir delil, bir tehlike söz konusu olmadan kısaltılan yolcu namazı hakkında ise nisbeten üstü kapalı bir delildir; yolcu namazını sünnet açıklığa kavuşturmuştur. “Biz Kur’an’da korku namazıyla yolcu olmayanların namazını buluyoruz, fakat yolcu namazını göremiyoruz” şeklindeki bir soru üzerine Abdullah b. Ömer’in yaptığı şu açıklama da bu anlayışı desteklemektedir: “ Biz hiçbir şey bilmez iken Allah Teâlâ Muhammed’i peygamber olarak gönderdi; biz ancak onun yaptığını görüp yapıyoruz” (el-Muvatta’, “Kasrü’s-salât”, 7).
Hz. Âişe’nin “Namaz yolculukta olsun, kişinin devamlı oturduğu yerde olsun ikişer rek‘at olarak farz kılındı, sonra yolculukta iki rek‘at olduğu gibi bırakıldı, yolcu olmayanlar için ise rek‘atlar arttırıldı” (el-Muvatta’, “Kasrü’s-salât”, 8) şeklindeki bir ifadesini de göz önüne alan tefsirciler âyeti şöyle açıklamışlardır: Dört rek‘atlı farz namazlar başlangıçta ikişer rek‘atlı idi. Hicretin başında öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farzları dörder rek‘ata çıkarıldı. İlk yıllarda genel olarak savaş ve sefer yoktu, birkaç yıl sonra savaş için seferler başlayınca bu âyet geldi ve “namazın kısaltılarak iki rek‘at kılınmasında günah bulunmadığını” bildirdi. Hz. Âişe “Seferde olduğu gibi bırakıldı” derken “yolculukta, ilk farz kılınan rek‘at sayılarının değiştirilmediğini” ifade etmektedir; bundan da anlaşılan “hicretten sonra yolculukta namazın hiçbir zaman dört rek‘at olarak kılınmadığıdır.”
Yolcu namazının kısaltılması hükmü hicretin 4. yılında açıklanmıştır. Bu tesbit, “ikinci yıl, hicretten kırk gün sonra” şeklindeki tesbitlerden daha sıhhatlidir. 102. âyette açıklanan korku namazı ise hicretin 6 ile 7. yılları arasında cereyan eden Zâtürrika‘ Gazvesi’nde uygulanmış ve ilk kılınan korku namazı da bir ikindi namazı olmuştur.
Tefsircilerin cevap aradıkları bir soru da âyette geçen “korkarsanız” kaydıdır. Böyle bir korkunun bulunmaması halinde yani savaş maksadı ve tehlikesinin bulunmadığı yolculuklarda dört rek‘atlı farzların iki rek‘at olarak (kasredilerek) kılınmasının delili nedir? Âyetten böyle bir delâlet çıkaramayan birkaç müctehid “Normal yolculuklarda namaz kısaltılamaz” demişlerdir. Ancak bunların ilgili hadisleri görmedikleri veya sahih bir yoldan elde edemedikleri anlaşılmaktadır. Çünkü birçok sahih hadis ve yaygın sünnet normal yolculuk hallerinde de hem cem‘in (öğle ile ikindinin ikisinden birinin vaktinde arka arkaya, akşam ile yatsının da yine ikisinden birinin vaktinde arka arkaya kılınması) hem de kasrın (dört rek‘atlı farzları ikiye indirerek kılma) câiz olduğunu göstermektedir. Müslim’in rivayet ettiği bir hadise göre Ya‘lâ b. Ümeyye bu konuyu Hz. Ömer’e şöyle sormuştu: “Allah ‘korkarsanız’ diyor, ama artık bu durum ortadan kalktı, ne dersiniz?” Hz. Ömer’in cevabı şu olmuştur: “Ben de senin gibi bu işi garip buldum ve Hz. Peygamber’e sordum; ‘Bu Allah’ın size bir sadakasıdır, öyleyse siz de O’nun sadakasını kabul edin’ buyurdular” (“Salâtü’l-müsâfirîn”, 4). Bu hadisten yola çıkarak tutarlı bir açıklama yapan İbn Âşûr özetle şöyle demektedir: Korku ve tehlike bulunduğunda namazı kısaltmak ruhsattır, Allah’ın kulları için bir kolaylık lutfetmesidir. Tehlikesiz yolculuklarda namazı kısaltma izni ise bir sadakadır. O’nun ruhsatı da, sadakası da reddedilmemelidir. 101. âyet, daha önce sünnet yoluyla meşrû kılınan “tehlikesiz yolculuklarda da kısaltmanın câiz olduğu” hükmünü tekrarlamış ve bunu 102. âyette gelecek olan korku namazının nasıl kılınacağı konusuna bir giriş kılmıştır. Mesele bundan ibarettir; iki kılmanın vâcip veya sünnet olduğunu ispat için bazı fakihlerin yaptıkları zorlama te’villere gerek yoktur (V, 184).
“Korku namazı gafil avlanma, baskına uğrama gibi muhtemel tehlikeye mi mahsustur yoksa fiilen çarpışma devam ederken de kılınabilir mi?” sorusuna da müctehidler farklı cevaplar vermişlerdir. Hanefîler’e göre fiilen çarpışma devam ederken namaz kılınamaz; çünkü Resûlullah Hendek Savaşı’nda dört namazı ertelemiş, çarpışma devam ederken kılmamıştır (meselâ bk. Buhârî, “Megāzî”, 29; el-Muvatta’, “Salâtü’l-havf”, 4). Ayrıca çarpışmanın gerektirdiği hareketlerle namazı bağdaştırmak mümkün değildir; bu hareketler namazı bozar. Diğer müctehidler içinde “Rükû ve secde yapamayacak durumda olanlar îmâ ile kılarlar”, “Her rek‘at yerine bir defa tekbir alarak kılmış olurlar”, “Az hareket namazı bozmaz, çok hareket bozar” diyenler olmuştur (Cessâs, II, 263). Namazın belli vakitler içinde eda edilen bir ibadet olduğunu belirten âyet göz önüne alındığında, mazeret sebebiyle bazı kısımları eksik yapılsa bile savaş halinde de –imkânlar hangi şekilde kılmaya izin veriyorsa– o şekilde ve zamanında kılmanın maksada daha uygun olduğu ortaya çıkmaktadır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 129-131
 
Nisâ Suresi - 102 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاِذَا كُنْتَ فٖيهِمْ فَاَقَمْتَ لَهُمُ الصَّلٰوةَ فَلْتَقُمْ طَٓائِفَةٌ مِنْهُمْ مَعَكَ وَلْيَأْخُذُٓوا اَسْلِحَتَهُمْࣞ فَاِذَا سَجَدُوا فَلْيَكُونُوا مِنْ وَرَٓائِكُمْࣕ وَلْتَأْتِ طَٓائِفَةٌ اُخْرٰى لَمْ يُصَلُّوا فَلْيُصَلُّوا مَعَكَ وَلْيَأْخُذُوا حِذْرَهُمْ وَاَسْلِحَتَهُمْۚ وَدَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَوْ تَغْفُلُونَ عَنْ اَسْلِحَتِكُمْ وَاَمْتِعَتِكُمْ فَيَمٖيلُونَ عَلَيْكُمْ مَيْلَةً وَاحِدَةًؕ وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اِنْ كَانَ بِكُمْ اَذًى مِنْ مَطَرٍ اَوْ كُنْتُمْ مَرْضٰٓى اَنْ تَضَعُٓوا اَسْلِحَتَكُمْۚ وَخُذُوا حِذْرَكُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ اَعَدَّ لِلْكَافِرٖينَ عَذَاباً مُهٖيناً
    ﴿١٠٢﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾102﴿
Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman onlardan bir bölük seninle beraber namaza dursun, silâhlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secde ettiklerinde ötekiler arkanızda olsunlar, sonra henüz namazlarını kılmamış bulunan (bu) bölük gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve bunlar da ihtiyat tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. Kâfirler isterler ki, siz silâhlarınızdan ve eşyanızdan gafil (uzak ve unutmuş) olasınız da üzerinize ansızın bir baskın yapsınlar! Eğer yağmur yüzünden bir zarar görürseniz veya hasta olursanız silâhlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur. Yine de ihtiyat tedbirinizi alın! Allah elbette kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Korku namazının Resûlullah’ın imamlığında nasıl kılınacağının tarif edilmesi Hz. Âişe gibi bazı müctehidleri “bu şeklin, onunla kılınan namaza mahsus olduğu” hükmünü vermeye sevketmişse de çoğunluk bunun, başka imamların arkasında cemaatle kılınan korku namazlarını da içine aldığı kanatindedir.
İmamın her bir grupla birer rek‘attan toplam iki rek‘at namaz kılacağı âyetten açıkça anlaşılmaktadır. Ancak grupların, imamla kılmadıkları diğer rek‘atı nerede ve nasıl kılacakları konusu burada açıklanmamıştır. Hadis kitaplarında verilen bilgiler ve yapılan açıklamalar da birbirinden farklı uygulamaların bulunduğunu göstermektedir: a) Birinci grup imamla bir rek‘at kıldıktan sonra imam ayakta bekler, grup ikinci rek‘atı burada kılar, selâm verip nöbet mahalline giderler. Ardından ikinci grup gelir, imam bunlara da bir rek‘at (imamın ikinci, bu cemaatin birinci rek‘atını) kıldırır, imam selâm verir, grup kalkıp diğer rek‘atı kılarak selâm verir ve düşmanın karşısındaki yerlerine giderler. b) Birinci grup imamla bir rek‘at kılınca selâm vermeden yerlerine giderler. İkinci grup gelir; bir rek‘at da onlara kıldıran imam selâm verir. Sonra her iki grup sıra ile birer rek‘at daha kılarak selâm verirler (el-Muvatta’, “Salâtü’l-havf”, 1-3). Bazı fıkıhçı ve tefsirciler sünnette geçen farklı uygulamalardan birini diğerine tercih için uğraşırlarken Şevkânî gibi düşünenler şöyle demişlerdir: “Sahih sünnette geçen bütün şekiller meşrûdur, duruma göre bunlardan birini uygulayan sünnete uygun davranmış olur” (I, 571).
Namaz esnasında silâhların bir tarafa bırakılmaması esas ve ihtiyata daha uygun bulunmakla beraber bunda da zorluk bulunursa –gerekli tedbirler alınarak– silâhlar bir tarafa bırakılabilecektir. Benzeri âyet ve hadislerden açıkça anlaşılmaktadır ki, müminin asıl işi, hayatının amacı Allah’a kulluktur, itaat ve ibadettir: Ancak dinde ve ibadette güçlük yoktur, Allah’ın muradı kullarına eziyet etmek değildir; nerede eziyet varsa orada ilâhî rahmetin eseri olan ruhsatlar, kolaylıklar devreye girmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 132
 
Nisâ Suresi - 103 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • فَاِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلٰوةَ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ قِيَاماً وَقُعُوداً وَعَلٰى جُنُوبِكُمْۚ فَاِذَا اطْمَأْنَنْتُمْ فَاَقٖيمُوا الصَّلٰوةَۚ اِنَّ الصَّلٰوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ كِتَاباً مَوْقُوتاً
    ﴿١٠٣﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾103﴿
Namazı bitirince de ayakta iken, otururken ve yatarken Allah’ı anın. Güvenlik içinde olduğunuzda namazı gerektiği gibi kılın. Şüphe yok ki namaz, müminler üzerine vakitleri belli olarak yazılmış bir ödevdir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


“Namazı bitirince...” şeklinde tercüme edilen kısım çoğunluğun anlayışına uygun bir tercüme olup buna göre mâna şöyledir: Allah’ı anmak, Allah ile beraberlik şuurunu yaşamak namaz haline mahsus değildir. Mümin her durumda O’nu anmalı, gönlünde ve şuurunda O’nunla beraber olmalıdır. “Korku namazının imam arkasında rükûlu ve secdeli kılınması şart değildir, imkânın elverdiği ölçüde kılınır” diyenlere göre bu kısmın çevirisi “Namazı kılmak istediğinizde...” şeklinde olup bu da, “Korku namazı ayakta, oturarak ve yatarak kılınabilir” anlamına gelmektedir. Kıyas yoluyla hastalık vb. mazeretlerde de namazın böyle kılınabileceği sonucuna varılmıştır.
Savaş halinde korku namazıyla ilgili görüş farkı bakımından âyetin ikinci kısmı da iki şekilde anlaşılmıştır: a) Fiilen savaş halinde namaz kılınmaz, savaş bitip de güven ve huzur hali avdet edince namazınızı kılın. b) Korku (tehlike) halinde olsun, fiilen savaş durumunda olsun kılınan korku namazı ve verilen ruhsatlar bu hallere mahsustur. Korku geçince, savaş sona erince ruhsatlar da biter, namaz normal hallerdeki şartlarına uygun ve tam olarak kılınır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 132-133
 
Nisâ Suresi - 104 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلَا تَهِنُوا فِي ابْتِغَٓاءِ الْقَوْمِؕ اِنْ تَكُونُوا تَأْلَمُونَ فَاِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ كَمَا تَأْلَمُونَۚ وَتَرْجُونَ مِنَ اللّٰهِ مَا لَا يَرْجُونَؕ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٖيماً حَكٖيماًࣖ
    ﴿١٠٤﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾104﴿
Düşman topluluğunu takip hususunda gevşeklik göstermeyin. Siz acı çekiyorsanız şüphesiz onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz Allah’tan, onların beklemedikleri şeyleri umup bekliyorsunuz! Allah her şeyi bilmektedir, hikmet sahibidir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


“Düşmanı takip konusunda gevşek davranılmaması tâlimatı Uhud Savaşı sonrasındaki takibe işaret etmektedir” diyenler olmuşsa da tefsircilerin çoğuna göre bütün zamanları, düşmanları ve savaş hallerini içine almaktadır. Müminler daima düşmanları hakında bilgi sahibi olacaklar, gerektiğinde onlardan önce davranarak askerî harekât gerçekleştirecekler, barışı devamlı kılabilmek için savaşa devamlı hazır olacaklardır. Evet, bunu yapmak düşmanlarından daha çok müminlere yakışmaktadır. Çünkü inkârcıların ebedî hayatta bir beklentileri yoktur, müminlere zarar verdiklerinde elde edecekleri kazanç bu dünya ile sınırlıdır. Müminler ise dünyada barış, huzur, güven ve helâlindan maddî menfaat elde etmenin yanında, hatta bunların ötesinde Allah rızâsını elde etmek ve bunun da sonucu olarak ebedî hayatta mutlu olma fırsatını yakalamak gibi teşviklere mazhar bulunmaktadırlar.




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 133
 
Nisâ Suresi - 105 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اِنَّٓا اَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَٓا اَرٰيكَ اللّٰهُؕ وَلَا تَكُنْ لِلْخَٓائِنٖينَ خَصٖيماًۙ
    ﴿١٠٥﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾105﴿
İnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiğine göre hükmedesin diye hakkı içeren kitabı sana indirdik; hainlerden taraf olma!

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Bu on âyette insanların arasında meydana gelen anlaşmazlıklar, davalar, tartışmalar karşısında Hz. Peygamber’in ve daha ziyade onun şahsında ümmetinin takınması gereken tavır, oynaması gereken rol ve uygulaması gereken muamele şekli açıklanmaktadır. Pek azı müstesna olmak üzere özel bir hadise üzerine gelmiş bulunan bu âyetlerin hedefi, sadece o hadiseyi açıklamak ve hükmünü ortaya koymak değil, bu münasebetle müslümanlara, kıyamete kadar uyacakları kaideleri –detaylı veya çerçeve hükümler olarak– açıklamaktır.
Bu âyetlerin gönderilmesinin de şöyle özel bir sebebi olduğu bildirilmektedir: Rifâa b. Zeyd isimli sahâbî, yabancı tâcirlerin Medine’ye getirdikleri has undan bir miktar satın almış ve bunu, içinde silâhlarının da bulunduğu evin sofasına koymuştu. Şehirde kötü şöhreti olan Übeyrık ailesinden biri gece sofaya girmiş, unla birlikte Rifâa’nın silâhlarını da çalmıştı. Rifâa durumu farkedince –bu hadiseyi rivayet eden– yeğeni Katâde b. Nu‘mân’a gelip olayı haber verdi. Katâde gerekli araştırmayı yapıp Übeyrık ailesine ulaşınca onlar suçu Lebîd isimli mâsum bir müslümanın üzerine attılar. Lebîd kılıcını çekip üzerlerine yürüyerek “Ben çalmışım ha! Vallahi ya gerçek hırsızı haber verirsiniz ya da şu kılıcımla sizi doğrarım!” deyince onu suçlamaktan vazgeçtiler. Mağdurlar araştırmaya devam ederek hırsızın Übeyrık ailesinden olduğuna kesin kanaat getirdikten sonra Resûlullah’a başvurdular, Hz. Peygamber “Gerekeni yapacağım” cevabını verdi. Übeyrık ailesi durumu öğrenince kurdukları planın gereği olarak, uygun birini Resûlullah’a gönderip iftiraya uğradıklarını, ortada bir delil bulunmadığı halde Katâde tarafından hırsızlıkla suçlandıklarını bildirip yakındılar. Katâde durumu öğrenmek üzere gelince Resûlullah ona, “Bana müslüman ve suçsuz oldukları söylenen kimseleri, elinde bir delil olmadığı halde hırsızlıkla suçladın!” diyerek serzenişte bulundu. Katâde olup bitenden son derecede üzüntü duyarak amcasına geldi ve durumu anlattı. Rifâa “İşimiz Allah’ın yardımına kaldı” cevabını verdi. Bu olay üzerine yukarıda meâli verilen âyetler nâzil oldu (Tirmizî, “Tefsîr”, 5/22). “Allah’ın sana gösterdiğine göre hükmedesin diye...” ifadesi “hakkı içeren kitabı indirme”nin gerekçesini açıklamaktadır. Kitabın hakkı içermesi, gerçekleri, olanı ve olması gerekeni bildirmesi, “usul öğretme, genel ve özel hükümler koyma, bilgiler verme” şeklinde gerçekleşmektedir. “Allah’ın öncelikle peygamberine, sonra da onun aracılığı ile insanlara gerçeği öğretmesi” birinci derecede bu şekilde (Kur’an vahyi ile) olmaktadır. İkinci derecede gerçeğin kaynağı sünnettir. Sünnet hem mâna ve hükmün Allah tarafından bildirilmesi hem de Hz. Peygamber’in, içinde ictihada dayalı olanların da bulunduğu bütün tasarruflarının ilâhî kontrol altında bulunması bakımından bu özelliği taşımaktadır.
Hz. Peygamber’in Kur’an’ı anlama, küllî kuralları özel konulara, ilişkilere ve problemlere uygulama hususunda hata etmesi mümkün değildir. Çünkü bunlar peygamberlerin aslî vazifeleri olan tebliğe dahildir. Başkalarının ise bu alanda hata etmesi, yanlış ictihadda bulunması mümkündür. Kanunu belli bir olaya ve davaya uygulama, yani yargılama ve hüküm verme alanına gelince burada Hz. Peygamber de objektif verilere, ispat vasıtalarına dayanmak mecburiyetindedir. Veriler ve deliller hâkimi hangi hükme götürüyorsa o hükmü açıklamak durumundadır. Burada, başkaları gibi Hz. Peygamber’in de yanılması mümkündür. Bu genel kuralı âyetlerin gelmesine sebep olan hadiseye uygulayalım: Kur’an-ı Kerîm, kitapta gösterilen usule göre ve hükümlere uygun olarak hükmedilmesini istiyor, mahkemeye getirilen davalarda hain ve haksız olduğu anlaşılan tarafı tutmamak ve savunmamak gerektiğini bildiriyor; bir suç veya günah işleyenin bunu başkasına atmasını, iftira ve bühtanda bulunmasını yasaklıyor; peygamberler dahil insanların bilgilerinin yeterli olmadığını, Allah’ın bildirdiklerine muhtaç bulunduklarını açıklıyor... Bütün bunları bilme, anlama ve yeri geldiğinde hadiselere uygulama hususlarında Hz. Peygamber yanılmaz. Allah bunları göstermiştir, bildirmiştir, o da bunlara göre hükmeder. Söz konusu hırsızlık olayında da bu kurallar geçerlidir. Sıra hırsızın kim olduğunu tesbite gelince Kur’an bunu bildirmez; Hz. Peygamber de –mûcizeler bir yana– kaide olarak bu konuda vahiy yoluyla elde ettiği bilgiye dayanmaz; herkes için geçerli olan ispat vasıtalarına, objektif verilere dayanır ve bunlara bağlı olarak da yanılabilir. Meselâ yalancı şahitlere dayanarak veya haksızın güçlü savunmasının etkisi altında kalarak hatalı bir hüküm verebilir, Übeyrık’ın oğlu yerine kendisine iftira atılan Lebîd veya onun gibi bir suçsuz aleyhine hükmedebilir. Ancak bu hükümden dolayı, diğer bütün hâkimler gibi o da sorumlu olmaz; üstelik vazifesini, yukarıda açıklanan mânada Allah’ın gösterdiği gibi yaptığı için ecir de alır. Bütün vebal ve sorumluluk onu ve hâkimleri yanıltan hainlere, hakka ve emanete hıyanet edenlere ait olur. Bu hususu canlı ve etkili bir ifade ile bizzat Hz. Peygamber şöyle açıklamıştır: “Ben ancak bir beşerim ve siz bana davalarla geliyorsunuz. Olur ki biriniz delilini daha güzel ifade eder de ben, ondan işittiğime dayanarak lehinde hükmederim. Her kime, kardeşine ait bulunan bir hakkı hükmederek verirsem sakın onu almasın; çünkü ona ateşten bir parça vermiş olurum!” (Buhârî, “Şehâdât”, 27; Müslim, “Akzıye”, 4).
Bu âyeti, Hz. Peygamber’in ictihadla hükmetmesinin câiz olmadığına delil gösterenler olmuşsa da bu delillendirme tutarlı değildir. Çünkü onun ictihadla hükmettiği, hatta bazan yanıldığı ve Allah tarafından hatasının düzeltildiği sağlam delillerle sabittir. O’nun “Allah’ın gösterdiği ile hükmetmesi” hem özel ve genel konulu naslarla hükmetmesi hem de bunları yorumlayarak, açıkça temas etmediği konulara yayarak (bir mânada ictihad ile) hükmetmesi demektir. Râzî’nin deyişiyle “Esasen kıyas ederek hükmetmek de nasla hükmetmek demektir. Çünkü kıyas yapan nastan hareket etmekte, onu ölçü olarak almaktadır” (XI, 33).
“Hainlerden taraf olmak, onları savunmak” yasaklanıyor, 109. âyette de “Kıyamet günü Allah’a karşı onları kim savunacak yahut onlara kim vekil olacak?” diye soruluyor. Bu hüküm ve irşad özellikle iki meslek erbabını muhatap alıyor: Hâkimler ve avukatlar. Âyetlere göre bunların asıl vazifeleri hakkın yerine gelmesi ve sahibini bulması için çalışmaktır. Davacının mevkii, şöhreti, serveti, rütbesi, sağladığı menfaat ne olursa olsun hâkim ve vekiller haksız olduğu halde onun tarafını tutmayacak, hükmün onun lehinde çıkması için özen göstermeyeceklerdir. Özellikle avukatlar bilgi ve becerilerini, haksız da olsalar müvekkilleri lehine hüküm almak için değil, hakkın ortaya çıkması ve sahibini bulması için kullanacaklardır. Avukatların bu anlayış ve ahlâk içinde hareket etmeleri yani haklıların davalarını savunmaları ve haksızların davalarında sulhu aramak, cezada ve tazminatta adalet ve hakkaniyetin gerçekleşmesine katkıda bulunmak gibi hedefler için çaba sarfetmeleri halinde avukatlık mesleği meşruiyet temelini korumuş olacaktır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 135-138
 
Nisâ Suresi - 106 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاسْتَغْفِرِ اللّٰهَؕ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ غَفُوراً رَحٖيماًۚ
    ﴿١٠٦﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾106﴿
Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok yarlıgayıcı, ziyadesiyle esirgeyicidir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Müfessirler âyetlerde geçen “taraf olma!”, “savunma!”, “Allah’tan mağfiret dile!” gibi sert ifadelerin yorumu konusunda ikiye ayrılmışlardır. Bir gruba göre bu hitaplar Hz. Peygamber’in şahsında ümmete yöneliktir, hadiseyi yaşayan müminler ve münafıklarla daha sonra gelecek olan ümmet fertlerini uyarmakta ve bilgilendirmektedir. Diğer gruba göre Hz. Peygamber de bu hitaba dahildir; günah derecesinde olmasa bile olayla ilgili kusuru sebebiyle o da uyarılmıştır. Taberî bu grup içinde yer almış (V, 264-265); fakat İbn Atıyye bu yoruma karşı çıkarak Hz. Peygamber’in zâhire, ortada olan delillere göre hareket ettiğini, bunun ise günah ve kusur olmadığını, mağfiretin hainlerle ilgili bulunduğunu ifade etmiş (II, 110); İbn Âşûr ise Hz. Peygamber’e kusur isnat etmesi sebebiyle bu yorumu ağır bir şekilde eleştirmiştir (V, 193). Râzî bu münasebetle “peygamberlerin günah işlemelerinin câiz olup olmadığı” tartışmasını bir daha özetlemiş, “Câiz değildir” görüşünü savunmuş ve Hz. Peygamber’e yönelik “mağfiret dile!” hitabını özetle şöyle yorumlamıştır: Suçlular suçu başkalarına atıp şahitler gösterince Hz. Peygamber onları cezalandırmayı düşünmüştü, “mağfiret dile!” emri ya bu düşüncesinden dolayıdır –çünkü onun kemaline bu yakışır– ya da suçlular adınadır (XI, 34).
Bize göre olayda Hz. Peygamber’e nisbet edilecek bir günah veya kusur söz konusu değildir. Çünkü o ümmete örnek olacak şekilde davranmış, elinde kesin delil bulunmayan kimselerin insanları suçlamaya kalkışmalarını doğru bulmamış, objektif delillere göre davayı yürütmüştür. Kur’an-ı Kerîm’in bilinen üslûbuna göre burada istiğfar, onun aracılığı ile suçluların Allah’tan bağışlanmayı dilemeleri anlamındadır (üslûba örnek olarak ayrıca bk. 64. âyet).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 138-139
 
Nisâ Suresi - 107 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلَا تُجَادِلْ عَنِ الَّذٖينَ يَخْتَانُونَ اَنْفُسَهُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ خَوَّاناً اَثٖيماًۚ
    ﴿١٠٧﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾107﴿
Kendilerine hıyanet edenleri savunma. Çünkü Allah, hainlik edenleri, günahta ısrarcı olanları sevmez.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Emanete hıyanet edenler, bir yolunu bulup başkalarının hakkını yiyenler geçici dünya hayatında kendilerine bir menfaat sağlamış, refah ve rahatlık içinde yaşamış olabilirler. Ancak bu hıyanetin ağır sorumluluğu onlarla birlikte âhirete taşınacağı ve kendilerinden hesap sorulacağı; hakkın, haine ceza, hak sahibine ecir olarak yerini bulacağı düşünüldüğünde, dünyada elde edilen geçici menfaat karşılığında ebedî hayatta kaybedilen nimetlerin büyüklüğü göz önüne alındığında, emanete hıyanet edenlerin –âyette ifade buyurulduğu üzere– başkalarından önce ve daha çok kendilerine zarar verdikleri ve ebedî saadetlerini ziyan ettikleri anlaşılacaktır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 139
 
Nisâ Suresi - 108 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • يَسْتَخْفُونَ مِنَ النَّاسِ وَلَا يَسْتَخْفُونَ مِنَ اللّٰهِ وَهُوَ مَعَهُمْ اِذْ يُبَيِّتُونَ مَا لَا يَرْضٰى مِنَ الْقَوْلِؕ وَكَانَ اللّٰهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحٖيـطاً
    ﴿١٠٨﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾108﴿
İnsanlardan gizlerler de -razı olmadığı sözü geceden kurup düzdüklerinde yanlarında olan- Allah’tan gizleyemezler. Allah onların bütün yapıp ettiklerini kuşatmaktadır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Haksız menfaat elde edenler, başkalarının hak etmedikleri zarara uğramalarına sebep olanlar, tek kelimeyle hainler emellerine birtakım tuzaklarla, planlarla ulaşırlar; gizli görüşmeler yaparlar, tertipler içine girerler ve bunların gizli kalacağını zannederler. Tecrübe göstermektedir ki, çoğu defa bunlar dünyada ortaya çıkmakta, rezillik ve rüsvâlık hallerini yaşamaktadırlar. Dünya hayatında yaptıklarını insanlardan gizlemeye muvaffak olsalar bile, onlar bu kötülükleri yaptıklarında ilmiyle yanlarında olan ve bilgisi her şeyi kuşatan Allah’tan bir şey gizlemeleri mümkün değildir. Hainler, insanlar nezdinde utanç yaşamamak için hainliklerini gizleme yoluna giderken “her şeyin Allah’ın bilgisi içinde cereyan ettiğini” unuturlar ve O’ndan utanmayı da akıl edemezler.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 140
 
Nisâ Suresi - 109 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • هَٓا اَنْتُمْ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ جَادَلْتُمْ عَنْهُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا فَمَنْ يُجَادِلُ اللّٰهَ عَنْهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَمْ مَنْ يَكُونُ عَلَيْهِمْ وَكٖيلاً
    ﴿١٠٩﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾109﴿
Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz; ama kıyamet günü Allah’a karşı onları kim savunacak yahut onlara kim vekil olacak?

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz; ama kıyamet günü Allah’a karşı onları kim savunacak yahut onlara kim vekil olacak?
Kaynak :
 
Nisâ Suresi - 110 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَمَنْ يَعْمَلْ سُٓوءاً اَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرِ اللّٰهَ يَجِدِ اللّٰهَ غَفُوراً رَحٖيماً
    ﴿١١٠﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾110﴿
Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse, Allah’ı çok yarlığayıcı ve esirgeyici bulacaktır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse, Allah’ı çok yarlığayıcı ve esirgeyici bulacaktır.
Kaynak :
 
Nisâ Suresi - 111 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَمَنْ يَكْسِبْ اِثْماً فَاِنَّمَا يَكْسِبُهُ عَلٰى نَفْسِهٖؕ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٖيماً حَكٖيماً
    ﴿١١١﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾111﴿
Kim bir günah işlerse onu ancak kendi aleyhine işlemiş olur. Allah her şeyi bilmektedir, büyük hikmet sahibidir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Kim bir günah işlerse onu ancak kendi aleyhine işlemiş olur. Allah her şeyi bilmektedir, büyük hikmet sahibidir.
Kaynak :
 
Nisâ Suresi - 112 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَمَنْ يَكْسِبْ خَطٖٓيـَٔةً اَوْ اِثْماً ثُمَّ يَرْمِ بِهٖ بَرٖٓيـٔاً فَقَدِ احْتَمَلَ بُهْتَـاناً وَاِثْماً مُبٖيناًࣖ
    ﴿١١٢﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾112﴿
Kim de bir hata veya günah işler, sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa şüphesiz ağır bir iftira suçunu ve apaçık bir günahı yüklenmiş olur.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


“Kim de bir hata veya günah işler...” şeklinde çevirdiğimiz kısımda geçen hatîe kelimesi, “iyi niyetle veya istemeden olumsuz bir sonuca sebep olmak” mânasındaki hatâdan farklıdır. Sahibine sorumluluk getiren hatîede iki fiil vardır: Câiz ve makbul olmayan birinci fiil zararlı ve olumsuz olan ikinci fiili doğurmuş, ona sebep olmuştur, ancak bu fiillerin sahibi birincisini işlerken ikincisinin sonucunu kastetmemiş, onun olmasını istememiştir. Meselâ bir kimse içerek sarhoş olsa sonra da sarhoşluk yüzünden sağlıklı düşünme ve iradesine hâkim olma melekesini kaybettiği için bir cinayet işlese bu cinayeti hatîedir. Biz bu mânayı yansıtmak üzere “hata etmek” yerine “hata işlemek” karşılığını seçtik. “Günah” diye çevirilen ism kelimesi ise, “kasıtlı olarak ilâhî bir yasağı çiğnemek” mânasında kullanılmaktadır. Bunların ikisi de kötüdür (sû’) ve her şeyden önce kişinin kendisine yaptığı kötülüktür. Böyle bir duruma düşen kulun yapacağı şey pişman olmak, tövbe etmek, hakkı sahibine teslim etmek, adalete başvurmak, Allah’a yönelmek ve O’ndan bağışlanmayı dilemektir.
Bir zulüm, günah, hata ve kötülüğün içine düşen kimse bundan kurtulmak için Kur’an’ın gösterdiği yollara girecek yerde suçunu başkalarının üstüne atarsa, mâsum insanları suçlar, zarar ve ceza görmelerine sebep olursa işlediği günah ve hata katlanacak, bir de iftira ve bühtan günahını yüklenmiş olacaktır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 140
 
Nisâ Suresi - 113 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكَ وَرَحْمَتُهُ لَهَمَّتْ طَٓائِفَةٌ مِنْهُمْ اَنْ يُضِلُّوكَؕ وَمَا يُضِلُّونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَضُرُّونَكَ مِنْ شَيْءٍؕ وَاَنْزَلَ اللّٰهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُؕ وَكَانَ فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكَ عَظٖيماً
    ﴿١١٣﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾113﴿
Allah’ın sana lütfu ve esirgemesi olmasaydı onlardan bir güruh seni yanıltmaya yeltenmişti; hâlbuki onlar ancak kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, bilmediğini sana öğretmiştir. Sana Allah’ın lütfu gerçekten büyük olmuştur.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Bu âyette dört önemli bilgi ve hüküm vardır:
a) Yukarıda açıklandığı üzere dinin tebliği yani doğru olarak ümmete ulaştırılması, öğretilmesi ve hayatlarında uygulanması konusunda –ilâhî koruma altında bulunan– Hz. Peygamber yanılmaz. Bu konuda onu yanıltmak isteyenler ve bu mânada ona zarar vermek isteyenler ancak kendilerine zarar vermiş ve kendileri yanılmış olurlar.
b) Allah Teâlâ ona kitabı ve hikmeti göndermiştir. Kitap da hikmet de onun kendinden, beşerî bilgi kaynağından değil, Allah’tandır. Kitaptan maksadın Kur’an olduğunda ittifak vardır. Hikmet ise birden fazla mâna verilerek açıklanmıştır: 1. Kur’an’ın ahkâm âyetleri dışında kalan, din ve dünya için faydalı bilgiler getiren kısmıdır. 2. Sünnettir. 3. Vahyi anlama ve uygulama kabiliyetidir. 4. Hz. Peygamber’e mahsus zihnî yapı ve tefekkür kabiliyetidir (ayrıca bk. Bakara 2/269).
c) Hz. Peygamber vahiy gelmeden önce gerek din ve gerekse dünyanın geçmişi, o günü ve geleceği konusunda bilmediği bazı şeyleri sonradan vahiy yoluyla Allah’tan öğrenmiştir.
d) Başta kitap ve hikmet nimeti olmak üzere Allah Teâlâ, sevgili peygamberine büyük lutuflarda bulunmuş, müstesna özellikler bahşetmiştir. Bunların bir kısmından onun ümmeti ve bütün insanlık da istifade etmiştir, etmektedir, edecektir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 141
 
Nisâ Suresi - 114 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • لَا خَيْرَ فٖي كَثٖيرٍ مِنْ نَجْوٰيهُمْ اِلَّا مَنْ اَمَرَ بِصَدَقَةٍ اَوْ مَعْرُوفٍ اَوْ اِصْلَاحٍ بَيْنَ النَّاسِؕ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِ فَسَوْفَ نُؤْتٖيهِ اَجْراً عَظٖيماً
    ﴿١١٤﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾114﴿
Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka verilmesini yahut bir iyilik yapılmasını ya da insanların arasının düzeltilmesini isteyenler müstesnadır. Kim Allah’ın rızasını elde etmek için bunu yaparsa biz ona ileride büyük bir karşılık vereceğiz.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Bu âyetin yukarıdakilerle alâkası, Übeyrık ailesinin hırsızlığı örtmek ve başkalarının üzerine atmak için yaptıkları gizli görüşmeler, fısıldaşmalar ve giriştikleri gizli tertiplerdir; âyet özelde bu davranışı, genelde de benzerlerini kınamaktadır.
Birkaç kişinin gizli olarak toplanıp konuşmaları veya başkalarının yanında bir tarafa çekilerek aralarında söyleşmeleri, fısıldaşmaları genellikle bunu gören, haber alan kimselerin tecessüslerini tahrik etmekte, meraklarını harekete geçirmekte, şüphe ve töhmetlerini celbetmektedir. Gerçekten de insanların içinde açıkça konuşulmayan konuların gizlenecek bir yönü olduğu ortadadır ve bunu açıklamak çoğu defa insanların hayrına değildir. Bu sebeple âyetler (Mücâdele 58/8-9, 12; Tâhâ 20/62; Tevbe 9/78) ve hadisler (Buhârî, “İsti’zân”, 47; Müslim, “Selâm”, 37-38) gizli görüşmeleri hoş görmemiş, gerektiren istisnalar dışında müminlerin açıklığı tercih etmelerini, içlerinin ve dışlarının bir olmasını; kitap, sünnet, yöneticiler ve halk karşısında ihlâslı olmalarını, içtenlikle davranmalarını, ikiyüzlülükten uzak durmalarını istemiştir.
Burada câiz olan gizli görüşmelere, fısıldaşmalara konu olabilecek üç istisnadan söz edilmiş ve bunların kulluk yönünden işe yaraması, ecre lâyık olması da bir şarta yani ihlâsa, Allah rızâsı için olmasına bağlanmıştır. İstisnaların birincisi olan sadaka, en geniş mânasıyla insanlara maddî ve mânevî yardımda bulunmak ve iyilik etmektir. “Ma‘rûf”, mâkul, meşrû ve makbul olan davranışlar ve ilişkilerdir. “İnsanların arasını düzeltmek” de Kur’an’da ve Sünnet’te sık sık vurgulanan güzel bir davranış biçimi, bir iyilik çeşidi, bir sosyal ödev örneğidir. Birçok zaman ve mekânda mahkemelerin dolup taşması, ceza evlerinin mahkûmlara dar gelmesinin önemli sebeplerinden biri de toplumun bu vazifeyi ihmal etmesidir. Geleneğimizde mevcut olan, yerleşim yerinin büyükleri, ileri gelenleri tarafından Allah rızâsı için yerine getirilen, en önemli müeyyidesini toplumun tepkisinde bulan bu sosyal müessese tarihe karışmış; nemelâzımcılık, başına buyrukluk, aşırı bencillik ve sorumsuz bireysel özgürlük anlayışı bu güzel âdeti büyük ölçüde elimizden alıp götürmüştür. Öz değerlerine bağlı eğitimcilerin, kaybolmaya yüz tutmuş değerlerimizi yeni nesillere kazandırmak için gayret etmeleri zaruret haline gelmiştir.
Bu üç hayırlı, faydalı ve gerekli davranış, bazan gizli görüşmelerin yapılmasını, zamanından önce bazı bilgilerin ve haberlerin yayılmamasını kaçınılmaz kıldığı için yasak kapsamından çıkarıldığı gibi meselâ iki kişinin veya grubun arasını düzeltmek için yalan söylemeye bile izin verilmiştir (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 58; Tirmizî, “Birr”, 26).



Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 141-142
 
Nisâ Suresi - 115 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدٰى وَيَتَّبِـعْ غَيْرَ سَبٖيلِ الْمُؤْمِنٖينَ نُوَلِّهٖ مَا تَوَلّٰى وَنُصْلِهٖ جَهَنَّمَؕ وَسَٓاءَتْ مَصٖيراًࣖ
    ﴿١١٥﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾115﴿
Yolun doğrusu kendine apaçık belli olduktan sonra Resûlullah’a karşı çıkan ve müminlerin yolundan başkasını izleyen kimseyi saptığı yönde bırakırız ve onu cehenneme atarız. Orası varılacak ne kötü bir yerdir!

Tefsir (Kur'an Yolu)​


İsminin Tu‘me veya Ebû Tu‘me olduğu rivayet edilen hırsız, suçu vahiy yoluyla açıklık kazanınca Mekke’ye kaçmış, İslâm’ı terkederek müşrikler arasına katılmış ve yine bir hırsızlık yaparken ölmüştü (Taberî, V, 273 vd.). Hak ve hakikat gerek hak din olarak ve gerekse âdil hüküm şeklinde ortaya çıkınca buna teslim olmayan, hakka ve hakikate karşı direnen kimseler Resûlullah’a ve dolayısıyla Allah’a karşı (Nisâ 4/80) direnmiş, baş kaldırmış, müminlerin yolundan başka bir yola girmiş olmaktadırlar.
“Resûlullah’a karşı çıkmak, muhalefet etmek ve müminlerin yolundan başka bir yol tutmak”, cehenneme girme cezasını gerektirecek kadar ağır bir günahtır, sapkın bir inanış ve davranış biçimidir. Ancak bu inanış ve davranışın cezayı gerektirebilmesi için önemli bir şart öngörülmüştür: “Yolun doğrusu kendine apaçık belli olmak.” Yükümlü kişiye doğrunun apaçık belli olması biri genel diğeri özel olmak üzere iki şekilde gerçekleşmektedir. Genel olanı İslâm’ın tebliğ edilmesi ve insanlara, bunun doğru bir yol olduğunu anlayacak kadar aklın verilmiş bulunması; özel olanı ise her bir yükümlünün bizzat İslâm’ı öğrenme ve üzerinde akıl yorma, delilleri değerlendirme ve onun hak din olduğuna kanaat getirme imkân ve fırsatına sahip bulunmasıdır. Râzî’nin de işaret ettiği üzere burada taklide atıf yapılmakta, İslâm’ın hak din olduğu sonucuna taklit yoluyla (bilenler böyle dedikleri için) değil, bizzat düşünerek ulaşmak gerektiği vurgulanmaktadır (XI, 44).
“Müminlerin yolundan başka bir yolun izlenmesi”nin yasaklanmasını bazı âlimler icmâ deliline dayanak kılmışlardır. İmam Şâfiî er-Risâle adlı eserinde icmâın dayanağı konusunu özel olarak ele almakla beraber herhangi bir âyet zikretmediği halde bazı eserlerde Şâfiî’nin bu âyeti icmâın Kur’an’daki dayanağı olarak gösterdiği nakledilir. Böyle düşünenlere göre “müminlerin yolu” maddî olamaz; çünkü bütün müminlerin üzerinde bulundukları fizikî bir yol yoktur. Bundan maksat onların dinî hayatlarında ittifakla (icmâ) benimsedikleri ve takip ettikleri yoldur. Bu yoldan başkasına sapmak yasaklandığına göre icmâ dinde bir hüccettir; yani bağlayıcı delildir, hüküm kaynağıdır. Âyeti icmâa delil kılmaya karşı çıkan âlimlere göre bağlam göz önüne alınmalıdır. Burada “yol”dan maksat Resûlullah’ın yoludur, İslâm dinidir. Müminler bu yolu takip ettikleri için ve ettikleri sürece doğru yoldadırlar, onun yoluna karşı çıkanlar ise –bu mânada– müminlerin yoluna da karşı çıkmış olmaktadırlar. Gazzâlî, Kur’an’da icmâın hüküm kaynağı olduğunu açıkça gösteren bir âyet bulunduğunu kabul etmemiş, hadislere ve ümmetin uygulamasına dayanarak ispat yolunu denemiştir. Râzî, İbnü’l-Hâcib, Şevkânî gibi fıkıh usulü âlimleri bu âyetin icmâa dayanak gösterilmesine muhalefet etmişler ve yukarıdaki delile şunu da eklemişlerdir: Bir müctehid yaşadığı çağda ictihad eder ve ictihadı da diğer müctehidlerin ittifaklarına ters düşerse “Bu müctehid müminlerin yolundan çıkmıştır” denilemez. Çünkü ictihad İslâm’ın içinde, Resûlullah’ın izinde cereyan etmektedir; dolayısıyla o müctehid İslâm’dan çıkmamıştır (Gazzâlî, el-Müstasfâ, I, 174 vd.; Râzî, XI, 43; Şevkânî, I, 579).
Burada belli bir nassın (âyet ve hadis) kaynağına aidiyetiyle (sübût) mânası ve hükmü üzerinde ittifak edilmesi anlamında olan icmâ ile ortada böyle bir nas bulunmadığı halde ictihadların birleşmesinden –başka bir deyişle muhalif bir görüşün bilinmemesinden– ibaret olan icmâı birbirinden ayırmak gerekmektedir. Birincisinin kesinliğine dair güçlü deliller vardır, ancak ikinci icmâ için bunu söylemek mümkün değildir (icmâ konusunda bilgi için bk. İbrahim Kâfi Dönmez, “İcmâ”, DİA, XXI, 417-431).
“Müminlerin yolundan ayrılma” eylemine bir de sosyal, kültürel, siyasî, bilimsel ve teknolojik boyutuyla bakmak gerekmektedir. İslâm’ın, tâbilerini birlik ve beraberliğe çağırdığında şüphe yoktur. Fertler ve gruplar arasında –bazı konularda– anlayış ve görüş farkları bulunsa bile bunun, toplum birliğini bozacak eylemlere, bölünüp parçalanmalara kadar götürülmesi İslâm’ın sosyal ve ahlâkî amacına ters düşmektedir. Siyasî bakımdan müminlerin yöneticileri denetleme, hukuk dışına sapanları yola getirme, gelmeyenleri usulüne uygun bir şekilde (fitneye yani parçalanma, bölünme, iç savaş gibi olumsuz sonuçlara sebep olmadan) görevden uzaklaştırma yükümlülükleri vardır. Bunu yaparken de müminler toplu halde hareket edecekler; azınlıkta kalanlar cumhura (çoğunluğa) uyacaklar, farklı düşünce ve kanaatlerini korumakla beraber karşı eyleme (isyan) girişmeyeceklerdir. Müminlerin yolundan ayrılma eylemi cehennemle cezalandırıldığına göre burada “yol”dan maksadın “din ve dini oluşturan inanç, hükümler ve davranışlar” olduğu anlaşılmaktadır. Bu mânada dine dahil olmayan kültür, bilim ve teknoloji alanlarında mümin fertlerin ve grupların farklı yollar, yöntemler, renkler edinmeleri, meselâ ilmî buluşlar yapmaları, yeni teknolojiler oluşturmaları, dil, kıyafet, görgü kuralları, günlük yaşayış biçimi edinmeleri “müminlerin yolundan ayrılmak” anlamına gelmeyecektir. Bu mânada farklılıklar ve renkler İslâm câmiasının zenginliğini teşkil ve temsil edecek, cüzlerin (parçalar, gruplar) birbirini tamamlamasını sağlayacaktır.
“Müminlerin yolundan başka bir yola girenleri saptıkları yönde bırakması” Allah Teâlâ’nın dünya hayatında kulları için takdir buyurduğu kanunudur. İsrâ sûresinde de doğru yola giren, takvâyı seçen, asıl hedef olarak ebedî hayata yönelen kimselerle eğri yola giren, günahtan kaçınmayan ve geçici dünya menfaatlerini ebedî olana tercih eden kimselerden söz edildikten sonra şöyle buyurulmuştur: “Hepsine, bunlara da ötekilere de rabbinin ihsanından kesintisiz veririz. Rabbinin ihsanı sınırlı değildir” (17/20). Eğer böyle olmasaydı, doğru yola girenlere imkân verilse, eğri yolu izlemek isteyenler de engellenseydi imtihanın mânası kalmaz, bu imtihan dünyasında kimin Allah’a, kimin nefsine ve şeytana kul olduğu ortaya çıkmazdı.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 145-147
 
Nisâ Suresi - 116 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِهٖ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُؕ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالاً بَعٖيداً
    ﴿١١٦﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾116﴿
Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz, ondan başkasını dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan büsbütün sapıtmıştır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Allah Teâlâ’nın günahları bağışlamakla ilgili âdeti, kanunu bu sûrenin 48. âyetinde Ehl-i kitaba hitaben ifade edilmişti. Burada ise Allah’a şirk koşanların bağışlanmayacağı bildirilmektedir. Bu sûrenin 137 ve 168-169. âyetlerinde müşriklerin dışındaki gayri müslimlerden olup iman esaslarını inkâr edenler, küfürde ileri gidip zulme sapanlar da “bağışlanmayanlar” çerçevesine alınmış, bütün bunların gidecekleri yerin cehennem olduğu bildirilmiştir. Ehl-i kitap’tan olduğu halde inancında şirk unsuru bulunan, meselâ Allah’ı bir değil üç, üçten biri olarak bilen kimselerin kâfir oldukları ise bir başka âyette açıklanmıştır (Mâide 5/73; tövbenin bağışlanmaya tesiri için bk. Nisâ 4/48).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 147
 
Geri
Üst