• Eğitim sadece okula gitmek ve bir derece kazanmakla ilgili değildir. Bilginizi genişletmek ve yaşam hakkındaki gerçeği almakla ilgilidir. – Shakuntala Devi

Âl-i İmrân Suresi Tefsiri

Kemal Ayhan

Administrator
Yönetici
Âl-i İmrân Suresi

Hakkında​

Medine döneminde inmiştir. 200 âyettir. Sûre, adını 33. âyette geçen “Âl-i İmrân” tamlamasından almıştır. Âl-i İmrân, İmran ailesi demektir.

Nuzül​


Mushaftaki sıralamada 3, iniş sırasına göre 89. sûredir. Enfâl sûresinden sonra, Ahzâb sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre, sûrenin önemli bir bölümünün geliş sebebi, Necran hıristiyanları adına Medine’ye gelen heyetle Hz. Peygamber arasında geçen Allah inancı konusundaki tartışmalardır. Bu vesileyle nâzil olan âyetlerin sayısı ve sûrenin iniş zamanı hakkında farklı görüşler vardır. Necran heyetiyle ilgili rivayetten sonra bunlara yer verilecektir.
Coğrafî kaynaklar Yemen’de, Kûfe civarında ve Havran’da Necran adını taşıyan birden fazla yerleşim biriminin bulunduğunu kaydeder. Burada söz konusu olan kişiler, Yemen Necranı’ndan heyet halinde gelen hıristiyanlardır. Hıristiyanlık aslî şekliyle Arap yarımadasının önce bu kasabasında yayılmış ve başlangıçta Yemen hükümdarlarının sert tepkileriyle karşılaşmıştır. Daha sonra burası Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur. Nitekim tarih kaynakları burada inşa edilen ve Kâbe-i Muazzama’ya karşılık olmak üzere “Kâbe-i Necrân” adıyla anılan görkemli kilisede çok sayıda piskoposun görev yaptığını belirtmektedirler.
Aralarında bu kiliseye mensup din adamlarının da bulunduğu altmış kişilik bir Necran heyeti (aşağıda açıklanacağı üzere hicretin 9. yılında veya daha önceki bir tarihte) Medine’ye bir ziyarette bulunmuştu. Bu heyet içinde on dört kişi temsilci konumundaydı. Bunlardan üçü heyetin en yetkilileri idi: Başkan Abdülmesîh (el-Âkıb), başkan yardımcısı Eyhem (es-Seyyid) ve piskopos Ebû Hârise b. Alkame.
Bir gün ikindi namazını müteakip süslü ve ihtişamlı elbiseler içinde mescide gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkan bu heyet mensupları, kendi ibadet vakitleri geldiğinde doğuya doğru dönüp hıristiyan usulüne göre âyin yapmak istediler. Resûlullah onlara müsaade etti. Heyet birkaç gün Medine’de kaldı ve müslümanlar tarafından ağırlandı. Bu süre içinde heyetin ileri gelenleriyle Hz. Peygamber arasında Allah inancı ve Hz. Îsâ’nın durumuna dair önemli tartışmalar cereyan etti. Heyet mensupları arasında tam bir inanç birliği olmadığı gibi, sorulan sorulara verdikleri cevaplar da tutarlı değildi. Hz. Îsâ için bazan “Allah” bazan “Allah’ın oğlu” bazan da “üçün üçüncüsü” diyorlardı.
Hz. Peygamber onların iddialarını çürüttükten sonra, kendilerini bağlayacak sorular yöneltti. Sonunda sükût etmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine Resûlullah onları İslâm’a davet etti. Bu teklife karşı direnme yollarını denediler:
– “Ey Muhammed! Sen Îsâ’nın, Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir ruh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah:
– “Evet” deyince:
– “İşte bu bize yeter” dediler. Allah Teâlâ resulüne onları “mübâhele”ye (açık biçimde lânetleşme) davet etmesini vahyetti (bu konuda ayrıntılı açıklamaya 61. âyetin tefsirinde yer verilecektir). Resûl-i Ekrem bu çağrıyı yapınca bir gün süre istediler.
Bu konuda ne yönde bir karar alabileceklerini kendi aralarında müzakere ederlerken içlerinden biri şöyle dedi: “Îsâ efendimizle ilgili çekişmeyi çözüme bağlayışından anlaşılmış oldu ki Muhammed gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir. Bilirsiniz ki bir toplum peygamberle lânetleşmeye kalkışırsa Allah, büyüğüyle küçüğüyle onları mahveder. Dinimizde kalmaya kararlıysanız, bu zatla lânetleşmeye girmeyiniz ve iyilikle ayrılınız.”
Sonunda Hz. Peygamber’e gelip şöyle dediler: “Ey Ebü’l-Kasım! Seninle lânetleşmeye girmemeye, seni dininle baş başa bırakıp kendi dinimiz üzere kalmaya karar verdik. Fakat biz senden hoşnuduz ve sana güveniyoruz. Ashabından uygun birini aramızdaki malî ihtilâfları çözmek üzere bize gönder.”
Resûlullah bu talep üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı bu iş için görevlendirdi. Rivayete göre Hz. Ömer, hiçbir zaman yöneticilikten hoşlanmadığı halde, Hz. Peygamber’in söz konusu görev için karar verdiği gün, hayatında ilk defa içinde bu arzuyu duyduğunu ve kendisinin tayin edileceğini umduğunu ifade etmiştir (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II, 222 vd.; İbn Atıyye, I, 396-397; Râzî, VII, 154-155; Elmalılı, II, 1011-1015; Necran’la ilgili bilgi için bk. A. Moberg, “Necrân”, İA, IX, 165-167).
Necran heyetiyle yapılan tartışmalar vesilesiyle nâzil olan bölümün 1-61, 1-82 ve 1-84. âyetler olduğu yönünde görüşler vardır (bk. Şevkânî, I, 345; İbn Âşûr, III, 143-144; Elmalılı, II, 1011). Necran heyetinin Medine’ye hicretin 9. yılında gelmiş olduğu yönündeki yaygın bilgiye mukabil, İbn Hişâm’ın bu heyet hakkındaki bilgileri tarih vermeksizin aktarması, Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliğinin bulunması ve sûrenin içerik ve üslûbu bazı müellifleri bu sûresinin ne zaman nâzil olduğu konusunda farklı değerlendirmeler yapmaya sevketmiştir.
İbn Âşûr’un bu konudaki açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür (III, 143-144, 146): Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu ve bazı âyetlerinde Uhud Savaşı’ndan söz edildiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Enfâl sûresinden önce veya sonra indiği konusu ise ihtilâflıdır. Fakat Âl-i İmrân sûresinin, Bedir Savaşı sırasında indiği ittifakla kabul edilen Enfâl sûresinden de önce nâzil olduğuna dair rivayetin kabulü halinde, bu sûrede Uhud Savaşı’ndan söz edildiğini ve Bedir’de müslümanların kazandığı zaferin hatırlatıldığını söylemek mümkün olmayacaktır. Daha önce açıklandığı üzere aynı süre içinde birden fazla sûrenin inmesi mümkündür ve tefsir kitaplarında yer alan “Bu sûre filân sûreden sonra inmiştir” şeklindeki ifadeler, “Bu iki sûreden ilki tamamlanıp sonra diğeri inmeye başladı” anlamında değil, “Birincinin nüzûlü diğerinin nüzûlünden önce başlamıştır” anlamındadır (bu konuda bilgi için ayrıca bk. “Tefsire Giriş” bölümünün “I. Kur’an-ı Kerîm, D) Şekli ve Üslûbu” başlığı). Necran heyetiyle ilgili bölümün iniş zamanının da bu ölçüye göre değerlendirilmesi uygun olur. Şu var ki, bu bölümün hicretin 9. yılında inmiş olduğuna dair ifadelerin, bu yılın “senetü’l-vüfûd” (elçiler yılı) olarak tanınmasından kaynaklandığı ve Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu dikkate alınınca, Necran heyetinin sözü edilen elçiler yılından önce (muhtemelen hicretin 3. yılında) gelmiş olduğu söylenebilir.
Derveze, Necran heyetinin, müslümanların Bedir Savaşı’nda Kureyş müşriklerine karşı zafer kazandıkları haberini yerinde tahkik etmek için –Uhud Savaşı öncesinde– Medine’ye gelmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Aynı müfessir, Ebû Süfyân’ın –Mekke’nin fethinden sonraki bir zamanda– Hz. Peygamber’in Necran hıristiyanları için yazılı bir belge düzenlediğine tanıklığı ile ilgili haberin doğru olması halinde ise hicretin 9. yılında başka bir Necran heyetinin daha gelmiş olmasını muhtemel görür (VIII, 70-71). Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz ise bunu zorlanmış bir yaklaşım olarak değerlendirir ve bir sûrenin âyetlerindeki sıralamanın daima nüzûl sebebi ve sırasına göre olmadığı noktasından hareketle burada Necran heyeti hakkında hicretin 9. yılında inen baş kısmın Uhud Savaşı hakkındaki orta kısımdan sonra inmiş olduğunu düşünmeye bir engelin bulunmadığını savunur (et-Tevrât ve’l-İncîl ve’l-Kur’ân fî sûreti Âli İmrân, s. 9-10).
Âl-i İmrân sûresinin baştan 120. âyetine kadar olan bölümün hicretin ilk yıllarında nâzil olduğunu gösteren bir içeriğe sahip bulunduğuna işaretle, sûrenin ilk seksen küsur âyetinin Bedir Savaşı’ndan bile önce nâzil olduğu, muhtemelen Hz. Peygamber’in daha önce inen Âl-i İmrân âyetlerini Necran heyetine okuduğu için bunu duyan bazı kişilerin bu âyetlerin o zaman (hicretin 9. yılı) indiğini zannettikleri de ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin açıklamaları kendi içinde tutarlı görünmemektedir. Zira Ateş “hicrî 5. yıldan sonra Medine’de yahudi kalmadığı” noktasından hareketle “bu sûrede yahudilerin yerinin bulunmadığı” tarzında ve kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmayan kesin bir kanaat de ortaya koymaktadır (krş. II, 6, 33, 60, 61, 65, 69, 70, 71, 84, 85; II, 48, 61, 62; II, 29-30; II, 63).
Öte yandan bazı âyetlerin içeriği ile tarihî bilgiler arasında uyum arama çabasıyla, meselâ 64. âyetin bir Hudeybiye Antlaşması’ndan önce, bir de Mekke fethinden sonra olmak üzere iki defa inmiş olmasına ihtimal veren müfessirler de vardır (bk. İbn Kesîr, II, 46).
Kanaatimize göre Âl-i İmrân sûresinde “Ehl-i kitap” olumlu ve olumsuz yönleriyle geniş bir biçimde ele alınmış, inanç esasları bakımından hıristiyanlara ağırlık verilmekle beraber birçok yerde yahudilere de atıfta bulunulmuştur. Özellikle Hz. İbrâhim hakkındaki tartışmaya gönderme yapan âyetler (65-68) bunun açık bir kanıtıdır. Hatta 64. âyetin tefsirinde açıklanacağı üzere Ehl-i kitaba yapılan diyalog çağrısını, aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına yapılmış genel bir davet biçiminde anlamak mümkündür. Şevkânî’nin de belirttiği üzere, bu sûrede geçen Ehl-i kitap ifadelerinin sadece hıristiyanlar hakkında olduğuna dair bazı ilk dönem bilginlerinden nakledilen rivayeti mutlak biçimde doğru saymak mümkün değildir (I, 391); bu rivayeti, Bakara sûresiyle karşılaştırıldığında burada hıristiyanlara ağırlık verilmiştir şeklinde anlamak daha uygun olur. Âyetlerin sıralaması konusunda yukarıda işaret edilen bilgiler dikkate alındığında, daima nüzûl sırasına ilişkin rivayetlerden hareketle zaman tesbiti yapmanın isabetli olmayacağı açıktır. Âyetlerin anlaşılmasında tarihî bilgiler ve nüzûl bilgileri önemli bir yardımcı role sahip olmakla beraber, yorumu bu bilgiler içine hapsetmeksizin ve öncelikle Kur’an’ın içerdiği mesajlar üzerinde dikkatle durulduğu takdirde yorumun ufkunu genişletme ve sağlıklı sonuçlara ulaşma ihtimali artar. Tabii ki, bu yorumların da kesinlik taşıyan verilerle çatışmamasına özen gösterilmesi gerekir. Buna göre, sûrede geçen ifadelerin de kimlere uygun düştüğü noktasının esas alınması, kesinlik kazanmamış rivayet veya ihtimaller dolayısıyla yoruma kesin bir üslûp katılmaması uygun olur.
Sonuç olarak sûrenin nüzûlü hakkında şu söylenebilir: Bakara ve Enfâl sûrelerinin ardından hicretin 3. yılında Uhud Savaşı’ndan sonra nâzil olmaya başlayan sûrenin tamamlanması muhtemelen hicretin 9. yılına kadar sürmüştür (Emin Işık, “Âl-i İmrân Sûresi”, DİA, II, 307).

Konusu​


Başlangıcında yüce Allah’ın “hay” ve “kayyûm” olduğu hatırlatılan ve Kur’an-ı Kerîm’in önceki ilâhî kitapları onaylama özelliğinden söz edilen bu sûrede, vahye dayalı dinler arasındaki tekâmül ilişkisine işaret edilmekte, Allah katında yegâne geçerli dinin İslâm olduğu vurgulanmakta, İslâm’ın inanç esasları (özellikle ulûhiyyet ve nübüvvet) ile (birr ve takvâ gibi) bazı temel ahlâk kavramları üzerinde durulmakta, Mekke’deki kutsal evden (Kâbe) söz edilmekte, hac vecîbesine ve başka bazı amelî görevlere değinilmektedir. Sûrede özellikle, hıristiyanların Hz. Îsâ’yı tanrılaştırmaları, yahudilerin de ona iftira ve karalamalarda bulunmaları, bu suretle her iki din mensuplarının da onun hakkında aşırılıklara sapmaları karşısında İslâm ümmetinin gerçekten ayrılmayan ve orta yolu gösteren bir hakem görevi üstlenmiş olacağı ima edilmekte; Bakara sûresinde Ehl-i kitap’tan yahudilere ağırlık verildiği gibi burada da hıristiyanlara ağırlık verilmekte, bu din mensupları ortak bir ilkeyi (Allah’tan başkasına kulluk etmeme ve hiçbir şeyi O’na ortak görmeme ilkesini) kabulden hareketle yürütülebilecek bir diyaloga davet edilmektedir. Diğer taraftan müslümanlara da yüce Allah’ın lutfettiği nimetler hatırlatılıp, düşmanların tuzaklarına düşmemeleri ve üstlendikleri misyonun bilincinde olmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Bu temalar işlenirken Hz. Meryem, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ ve Hz. İbrâhim’in hayatlarından ve İslâm tebliği açısından önemli bir dönüm noktası olan Uhud Savaşı’ndan kesitler verilmektedir. Bu arada Uhud Savaşı sırasında ve sonrasında müslümanların, münafıkların ve müşriklerin davranışları tahlil edilip değerlendirilmektedir.
Bu sûre ile önceki sûre (Bakara sûresi) arasındaki bağlantı konusu üzerinde duran müfessirler özellikle şu noktalara değinmişlerdir: a) Her ikisinin başlangıcında “kitab”ın anılıp insanların “iman edenler ve etmeyenler” şeklindeki tasnifine yer verilmiş olması (birincisinde iman edenlere öncelik verildiği halde, ikincisinde –artık İslâm’a çağrının yayılmış olması sebebiyle– kalplerinde eğrilik bulunanlar önce zikredilmiştir), b) Her ikisinin Ehl-i kitabın bazı inanç ve tutumlarını tartışmaya ağırlık vermesi (birincisinde yahudilere geniş yer verilip hıristiyanlara kısaca değinildiği halde, ikincisinde –hıristiyanlar gerek tarih sahnesindeki varlıkları gerekse İslâm mesajına muhatap olmaları itibariyle yahudilerden sonra geldiklerinden– hıristiyanlara geniş yer ayrılmıştır),
c) Her ikisinin, önceki bir yaratma kanununa göre olmaksızın gerçekleşen iki olaya (Hz. Âdem ve Îsâ’nın yaratılışına) –sırasına uygun olarak– yer verip, bu açıdan ikincinin birinciye benzerliğini hatırlatması,
d) Her ikisinin –dikkatli bir karşılaştırma yapan kişinin öncelik-sonralık uygunluğunu farkedebileceği şekilde– aynı türden (meselâ savaş ahkâmı gibi) hükümlere yer vermiş olması, e) Birincinin başlarken müttakilerin kurtuluşa ermiş olduklarını haber vermesine uygun olarak, ikincinin takvâyı öğütleyerek son bulması (Reşîd Rızâ, III, 153).


Fazileti​


Bu sûrenin ve bazı âyetlerinin faziletleri hakkında birçok rivayet bulunmaktadır. Bakara ile Âl-i İmrân sûrelerinin önemine değinen hadisler sebebiyle İslâm bilginleri bu iki sûrenin tefsirine ayrı bir ilgi göstermişler ve bunları konu edinen özel tefsirler kaleme almışlardır. Bir hadîs-i şerifte Resûlullah, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini iyi bilip gereğince davrananlara bu sûrelerin kıyamet gününde şefaatçi olacağını haber vermiş (Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 42; Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 4), bir başka hadiste de yüce Allah’ın “ism-i a‘zam”ının Bakara sûresinin 163. âyeti ile Âl-i İmrân’ın başında bulunduğunu belirtmiştir (Tirmizî, “Daavât”, 64; Ebû Dâvûd, “Salât”, 352).
 
Âl-i İmrân Suresi - 126-127 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَمَا جَعَلَهُ اللّٰهُ اِلَّا بُشْرٰى لَكُمْ وَلِتَطْمَئِنَّ قُلُوبُكُمْ بِهٖؕ وَمَا النَّصْرُ اِلَّا مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ الْعَزٖيزِ الْحَكٖيمِۙ
    ﴿١٢٦﴾
  • لِيَقْطَعَ طَرَفاً مِنَ الَّذٖينَ كَفَرُٓوا اَوْ يَكْبِتَهُمْ فَيَنْقَلِبُوا خَٓائِبٖينَ
    ﴿١٢٧﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾126﴿
Allah bunu, sırf size bir müjde olsun ve bununla kalpleriniz yatışsın diye yapmıştır. Zafer, yalnız güçlü ve hikmet sahibi Allah katından gelir.

﴾127﴿
(Allah bu yardımı) inkâr edenlerin bir kısmını helâk etmek veya onları ümitsiz olarak geri dönecek şekilde bozguna uğratmak için (yapmıştır).

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Yüce Allah bu melekleri sırf müminler için bir zafer işareti olsun ve kalpleri yatışıp moralleri yükselsin diye göndermiştir. Yoksa zafer O’nun kendi elindedir. O dilediği takdirde melek göndermeden de düşmanın kalbine korku salar ve müminlere zafer kazandırırdı. Nitekim “Zafer, yalnızca güçlü ve hikmet sahibi Allah katından gelir” ifadesi bunu vurgulamaktadır. Ama O’nun hikmeti melek göndererek yardım etmeyi gerektirdiği için böyle yapmıştır. 127. âyette “bir kısmı” diye tercüme edilen taraf kelimesi “eşraf, liderler ve kumandanlar” anlamlarına gelmektedir. Yüce Allah kâfirlerin ileri gelenlerinden bir grubun kökünü kesmek, bir grubu da perişan etmek suretiyle hüsrana uğratmak için bu yardımı yapmıştır. Nitekim burada söz konusu edilen Bedir Savaşı’nda başta Ebû Cehil olmak üzere müşriklerin ileri gelenlerinden birçoğu öldürülmüş veya esir edilmiştir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 667
 
Âl-i İmrân Suresi - 128-129 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • لَيْسَ لَكَ مِنَ الْاَمْرِ شَيْءٌ اَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ اَوْ يُعَذِّبَهُمْ فَاِنَّهُمْ ظَالِمُونَ
    ﴿١٢٨﴾
  • وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِؕ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُؕ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَحٖيمٌࣖ
    ﴿١٢٩﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾128﴿
(Resulüm!) Bu işte senin yapacağın bir şey yok. Allah ya onların tövbelerini kabul eder veya onları cezalandırır. Çünkü onlar zalimlerdir.

﴾129﴿
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Dilediğini bağışlar dilediğine azap eder. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Buhârî’nin rivayetine göre Hz. Peygamber savaşta yaralanınca “Peygamber’ini yaralayan kavim nasıl felâh bulur?” buyurmuş, bunun üzerine 128. âyet inmiştir (“Megāzî”, 21).
Bu âyetlerle kâfirler hakkında dünyada ve âhirette verilecek hükümde Hz. Peygamber’in herhangi bir müdahalesinin söz konusu olmadığı, hükmün tamamen Allah’a mahsus olduğu hatırlatılmaktadır. Nitekim bazı âyetlerde Hz. Peygamber’in görevinin sadece tebliğ etmek olduğu bildirilmiş, hidayetin tamamen Allah’ın iradesine bağlı bulunduğu vurgulanmıştır (bk. Bakara 2/272; Ra‘d 13/40; Kasas 28/56). Bir başka anlatımla, yüce Allah burada Resûl-i Ekrem’e hitaben şöyle buyurmaktadır: Ey Resulüm! Onları helâk veya tövbelerini kabul etmek yahut kâfir olarak öldürüp âhirette cezalarını vermek senin isteğine değil, bizim hikmetimize ve irademize bağlı bir şeydir. Hikmetimiz neyi gerektirirse onu yaparız. Senin bu işte herhangi bir müdahalen söz konusu değildir. Çünkü göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Müşrikler de bu egemenlik alanının dışında değildir. Allah onlardan dilediğini affeder, dilediğini de hak ettikleri ve iradelerini kötüye kullandıkları için cezalandırır. Şüphesiz O’nun bağışlaması çok olduğu gibi azabı da şiddetlidir.
İbn Âşûr’un belirttiği üzere Hz. Peygamber Bedir Savaşı’nda meleklerin müşrikleri yok etmek için indiğini görünce onların hepsinin helâk edileceğini düşünmüş, bunun üzerine yüce Allah onların tamamının kökünü kesmeyi murat etmediğini, bilâkis onlar hakkında farklı takdirlerde bulunduğunu bildirmiş olabilir. Nitekim irade ve tercihlerini olumlu veya olumsuz yönde kullanmalarına bağlı olarak müşriklerden bir grubu helâk ederken, bir grubu kedere boğup bu halde geri çevirmiş, başka bir grubun ise sonra iman edip müslümanların saflarında yer almalarını takdir buyurmuş, nihayet bir grubu da kâfir olarak öldürüp hesabını âhirete bırakmıştır (IV, 80). Bu âyette ayrıca Uhud Savaşı’nda da müşriklerin çoğunun helâk edilmeyeceğine, bunların ileride İslâm’ı kabul edip müslümanların saflarında yer alacaklarına işaret vardır.




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 667-668
 
Âl-i İmrân Suresi - 130-132 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَأْكُلُوا الرِّبٰٓوا اَضْعَافاً مُضَاعَفَةًࣕ وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَۚ
    ﴿١٣٠﴾
  • وَاتَّقُوا النَّارَ الَّتٖٓي اُعِدَّتْ لِلْكَافِرٖينَۚ
    ﴿١٣١﴾
  • وَاَطٖيعُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَۚ
    ﴿١٣٢﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾130﴿
Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin. Allah’a itaatsizlikten sakının ki kurtuluşa eresiniz.

﴾131﴿
Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının.

﴾132﴿
Allah’a ve peygambere itaat edin ki rahmete erdirilesiniz.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Yüce Allah’ın, bir taraftan müslümanların Uhud Savaşı’ndaki durumlarını diğer taraftan da Bedir Savaşı’nda melekleri göndererek müslümanlara yardım ettiğini ve bu yardımın sebeplerini hatırlatırken Türkçe’de “tefecilik” deyimiyle de ifade edilen “kat kat faiz yeme” yasağına geçilmesinde bir hikmet olmalıdır. Uhud’daki yenilginin en önemli sebebi, bir kısım müslümanların servet gailesine düşmeleri olmuş ve ganimet toplama hırsları, kazanmak üzere oldukları zaferi yenilgiye çevirmiştir. İşte hikmet sahibi Allah’ın, burada faizcilik ve tefeciliği yasaklamasını bu sebebe bağlı olarak açıklamak uygun olur. Çünkü tefecilik yapanların, hak edilmemiş kârlarını arttırmaktan başka bir şey düşünmeyecek kadar kazanma hırsına kendilerini kaptırdıkları, kamu yararını ve dar gelirlilerin halini düşünmedikleri yaşanan bir gerçektir. Bu durum, haksız kazanç ve servete düşkünlüklerini daha da arttırmaktadır.
Sözlükte ribâ “herhangi bir şeydeki artış ve fazlalık” anlamına gelir. Terim olarak ribâ borç verilen bir parayı belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla geri almanın veya herhangi bir borç ilişkisiyle doğan ve süresinde ödenmeyen bir alacak için ek vade tanıyıp vade sonunda bu alacağı fazlalıkla tahsil etmenin yahut bu şekilde alınan fazlalığın adıdır. Türkçe’de daha çok faiz kelimesi yaygınlık kazanmış olup genelde ribâ ile eş anlamlı olarak kullanılır. Bu türden şart ve uygulamaları içeren işlemlere de faizli işlemler denir.
Ribâ (faiz) hakkında Bakara sûresinin 275-281. âyetlerinde geniş bilgi verilmiştir. Aşağıda bu âyetin faiz yasağının hangi aşamasında geldiği ve kapsamı hakkında kısa bir açıklama yapılacaktır.
Kur’an’da ribâ yasağı dört aşamada gerçekleştirilmiştir. Mekke döneminde inen konuya ilişkin ilk âyette, faizin Allah katında bereketsiz bir kazanç olduğu, malı arttırmayıp tersine bereketi giderdiği bildirilmiş; buna karşılık Allah rızâsı için verilen zekâtın malı arttıracağı vurgulanmıştır (Rûm 30/39). Bu ilk aşamada faiz açıkça yasaklanmamakla birlikte Allah katında çirkin görüldüğüne ve bereketsizliğine değinilerek kötülenmiş, Câhiliye döneminde bile çirkin bir kazanç olarak telakki edilen faizin kaldırılması için psikolojik bir zemin hazırlanmıştır.
İkinci aşamada, Medine döneminde inen Nisâ sûresinin 160-161. âyetlerinde, faizin yahudilere haram kılınmış olmasına rağmen onların bunu helâl sayarak alıp vermeye devam etmeleri yüzünden birçok cezaya çarptırıldıkları haber verilmiş, yine dolaylı bir şekilde faiz yasağına temas edilmiştir.
Üçüncü aşamayı oluşturan ve konumuz olan âyetlerde faiz açıkça yasaklanmış ve kurtuluşa ermenin Allah’ın bu yasağına uymaya bağlı olduğu belirtilmiştir. Müfessirler 130. âyette geçen “kat kat” kaydının, faiz yasağının sınır ve şartlarının belirtilmesi amacıyla değil Araplar’ın o günlerde en çok uyguladıkları bir faiz şeklinin açıklanması maksadıyla zikredildiğini kabul ederler (Şevkânî, I, 423-424). Bir başka ifadeyle buradaki üslûp, ilk planda Mekke’de yaygın olan bileşik faizli borç işlemlerini hatıra getirmekle beraber, âyetteki kat kat kaydı tek dereceli faizin helâl olduğu anlamında olmayıp devrin Arap toplumunda yaygın olan ve vadesinde ödenmeyen borçlar hakkında yapılan tefecilik uygulamalarının kötülüğüne yapılmış özel bir vurgu niteliğindedir.
Faizle borçlananların, çoğu zaman ödeme güçlüğüne düşebildikleri, borcu vadesinde ödeyemedikleri için anapara yanında faizin faizini de borçlandıkları, böylece faizin katlandığı da bir gerçektir. “Kat kat” ifadesi bu gerçeğin altını çizmektedir.
Dördüncü aşamada inen Bakara sûresinin 275-281. âyetlerinde artık faiz, bir önceki kaydı da taşımaksızın kesin ve sert bir üslûpla yasaklanmış, faizi bırakanlara geçmişte aldıklarından sorumlu tutulmamak gibi bazı teşvikler getirilirken faizde ısrar edenlerin Allah ve Resûlü’ne savaş açmış olacakları belirtilmiştir. Bu âyetlerde faizin alışverişten farklı olduğu vurgulanmış, faizin dünya ve âhiretteki kötü sonuçlarına işaret edilmiştir.
131. âyette “Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının!” buyurularak faiz yiyenlerin âhirette kâfirler için özel olarak hazırlanmış olan cehennemde cezalandırılacaklarına işaret edilmekte, 132. âyette ise Allah’ın rahmetine ve bereketine erebilmek için Allah ve Resûlü’nün emir ve yasaklarına itaat etmenin gereği vurgulanmaktadır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 669-671
 
Âl-i İmrân Suresi - 133-135 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَسَارِعُٓوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُۙ اُعِدَّتْ لِلْمُتَّقٖينَۙ
    ﴿١٣٣﴾
  • اَلَّذٖينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِمٖينَ الْغَيْظَ وَالْعَافٖينَ عَنِ النَّاسِؕ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖينَۚ
    ﴿١٣٤﴾
  • وَالَّذٖينَ اِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً اَوْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللّٰهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْࣕ وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ اِلَّا اللّٰهُࣕ وَلَمْ يُصِرُّوا عَلٰى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ
    ﴿١٣٥﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾133﴿
Rabbinizin mağfiretine mazhar olmak ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup gökler ve yer kadar geniş olan cennete girmek için yarışın!

﴾134﴿
Onlar (takvâ sahipleri) bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah işini güzel yapanları sever.

﴾135﴿
Onlar çirkin bir şey yaptıkları veya kendilerine kötülük ettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar da hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki? Onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Bu üç âyette faizin, onu alan insanda meydana getirdiği bencillik, cimrilik, hırs ve açgözlülük; verende de sebep olduğu nefret, kıskançlık, kızgınlık ve düşmanlık gibi duyguları giderecek, bu hastalıkları tedavi edecek ana ilkeler yer almakta ve İslâm ahlâkının bir özeti verilmektedir. 131. âyette faiz yemekten sakınıldığı takdirde kâfirler için hazırlanmış olan cehennemden kurtuluşa işaret edildiği gibi, burada da âyetlerde belirtilen ahlâkî nitelikleri kazananlara verilecek mükâfatlar bildirilmekte ve müslümanlar bu yöne yönlendirilmektedir. 133. âyette rabbimizin bağışına, gökler ve yer genişliğindeki cennetine kavuşmanın, bütün ahlâkî davranışlarımız için temel gaye olduğu bildirilmekte; iyiliği, birtakım dünyevî menfaatler kaygısıyla değil de sırf Allah’a saygı ve sevgi demek olan takvâ saikiyle sadece uhrevî saadet uğruna yapmak gerektiği hatırlatılmaktadır. 134 ve 135. âyetlerde ise İslâm’da ideal ahlâk tipi olan “takvâ sahibi (müttaki) insan”ın temel ahlâkî nitelikleri sayılmaktadır. Bunlar her durumda cömert olmak, öfkeyi yenmek, insanları bağışlamak, kendi hatasını kabul etmek ve bundan vazgeçmek gibi niteliklerdir. Bu vasıflar, ancak ihtirasları ve bencil duyguları karşısında hürriyetine kavuşmuş üstün ruhların erdemleridir.
Sözlükte “örtmek” anlamına gelen mağfiret kelimesi, terim olarak “yüce Allah’ın, kulların suç ve günahlarını affetmesi” anlamında kullanılmaktadır. Cennet de sözlükte “bahçe, bitki ve sık ağaçlarla örtülü yer” demektir. Terim olarak cennet, “çeşitli nimetlerle bezenmiş olan ve içinde müminlerin ebedî olarak kalacakları âhiret yurdu” anlamına gelir. İbn Âşûr’a göre âyetteki “gökler ve yer kadar geniş olan” kaydı, cennetin sınırlarını gösteren değil, temsilî olarak cennetin çok büyük ve geniş olduğunu ifade eden bir kayıttır. Nitekim Hadîd sûresinin 21. âyetinde bu durum açıkça ifade buyurulmuştur (IV, 89; cennet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/25).
134. âyette geçen serrâ’ kelimesi tefsirlerde “sevinç ve rahatlık veren durum”; darrâ’ ise “zarar ve sıkıntı veren durum” şeklinde açıklanmıştır. Buna göre buradaki iki tür harcama, “zenginlik ve fakirlik halinde”, “sevinçli ve kederli zamanlarda”, “hayatta iken ve ölüme bağlı tasarruf yoluyla” yapılan harcamalar şeklinde anlaşıldığı gibi “akrabaya sevinç veren yardımlar ve düşmanı yenilgiye uğratmak için yapılan masraflar” şeklinde de anlaşılabilir.
Yüce Allah, bir önceki âyette kullarını takvâ sahipleri için hazırlanmış olan cenneti kazanmak maksadıyla yarışmaya çağırınca, takvâ sahiplerinin kimler olduğu ve hangi nitelikleri taşıdıkları merak konusu olmuş; bu sebeple bu âyetlerde takvâ sahiplerinin nitelikleri anlatılmıştır. Bunlar:
a) Bollukta ve darlıkta Allah yolunda infak ederler, yani mallarını iyilik yolunda harcarlar. Her iki durum da onların davranışlarını değiştirmez: Bolluk, kendilerini bencilleştirip aldatmadığı gibi darlık da onlara Allah yolunda harcamayı unutturmaz.
b) Öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını bağışlarlar. “Öfke” diye çevirdiğimiz gayz kelimesi terim olarak “hoşlanılmadık bir şeye karşı insanın duyduğu heyecan” anlamına gelir. Gazabın aslı olduğu kabul edilir. Gazap intikam iradesini doğurduğu ve gayri ihtiyarî olarak yüzde ve diğer azalarda belirtileri görüldüğü halde gayz sadece kalpte olan bir duygudur (Âlûsî, IV, 58). Âyetin tasvirine göre insanlardaki takvâ duygusu bu konularda da etkili olmakta ve olaylar karşısında öfkeyi yenmelerini ve insanları bağışlamalarını sağlamaktadır. Nitekim âyette geçen kâzım (çoğulu kâzımîn) kelimesi “öfkesini yenen, gücü yettiği halde, zarar gördüğü kimselere karşı intikama kalkışmayan, sabreden” anlamlarına gelmektedir (Elmalılı, II, 1177).
c) Bir kötülük veya kendilerine zulmetme mânasında bir günah işlediklerinde hemen Allah’ı anar ve günahlarına tövbe ederler, yaptıklarında ısrar etmezler. Âyette geçen fâhişe kelimesi “çirkin ve iğrenç iş veya söz” anlamına gelir. Özel olarak “zina” anlamında kullanılmaktadır; nefse zulmetmek ise “herhangi bir günah işlemek” demektir. Bu günahların başında Allah’a ortak koşmak (şirk) gelmektedir. Bununla birlikte fâhişe “başkasına karşı işlenen günah, nefse zulmetmek” ise “kişinin kendisini ilgilendiren ve başkasıyla ilgisi olmayan günah” olarak yorumlandığı gibi (Elmalılı, II, 1177), fâhişe “büyük günahlar” diğeri ise “küçük günahlar” olarak da yorumlanmıştır (Şevkânî, I, 424-425). Yarattığı insanın iyi hasletlerini ve zaaflarını çok iyi bilen yüce Allah, şefkat ve merhametinin gereği olarak günahkâr bir mümini –büyük günah dahi işlese– müminlerin safından çıkarmadığı gibi, Allah’ın huzurunda hesap vereceğini düşünerek yaptığına pişman olan, tövbe ve istiğfar eden kimseyi de cennete girecek takvâ sahiplerinin safından ayırmamıştır.
Takvâdan kaynaklanan hasletleri taşıyanlar ve gereğini yerine getirenler Allah katında sevilen kimselerdir. Allah âhirette onların mükâfatını verecektir (bk. Ebû Dâvûd, “Edeb”, 2-3; Müsned, III, 440). Hz. Peygamber buyurmuşlardır ki: “Asıl pehlivan güreşte rakibini yenen değil kızdığı zaman öfkesine hâkim olan kimsedir” (Buhârî, “Edeb”, 76, 102; Müslim, “Birr”, 107, 108). Ancak şahsî meselelerde öfkeyi yenmek Allah’ın emri olup beğenilen ve övülen bir davranış olmakla birlikte kamuyu ilgilendiren meselelerde toplum düzeninin bozulmasına ve kötülüklerin yayılmasına yol açabilecek durumlar karşısında gevşeklik göstermemek gerekir.
Uhud Savaşı’ndaki yenilgide, faizcilerde de bulunan kötü duyguların ve özellikle maddeye düşkünlüğün rolü inkâr edilemez bir gerçektir. Bu sebeple yüce Allah kullarını, insanlara kötü vasıflar kazandıran faizi bırakmaya, Allah ve Resûlü’ne itaat etmeye, kendisinin mağfiretini ve takvâ sahibi kimseler için hazırlanmış olan geniş cennetleri kazandıracak işlerde yarışmaya çağırmakta ve bu güzel davranışta bulunan kullarını sevdiğini bildirmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 671-674
 
Âl-i İmrân Suresi - 136 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اُو۬لٰٓئِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ مَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَجَنَّاتٌ تَجْرٖي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدٖينَ فٖيهَاؕ وَنِعْمَ اَجْرُ الْعَامِلٖينَؕ
    ﴿١٣٦﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾136﴿
İşte onların yaptıklarının karşılığı rableri tarafından bir bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Onlar orada temelli kalacaklardır. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir!

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Yüce Allah yukarıdaki özellikleri taşıyan takvâ sahibi müminlerin geçmiş günahlarını affedeceğini ve onları içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğini vaad etmektedir. Bu mükâfat onların amellerinin gereği değil Allah’ın onlara bir lutfu ve vaadinin sonucudur.





Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 674
 
Âl-i İmrân Suresi - 137 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌۙ فَسٖيرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبٖينَ
    ﴿١٣٧﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾137﴿
Sizden önce nice uygulamalar geçmiştir. Yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonunun ne olduğuna bir bakın.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


“Uygulamalar” diye çevirdiğimiz sünen kelimesinin tekili sünnettir. Sözlükte “işlek yol, âdet, gidiş tarzı ve tabiat” anlamlarına gelen sünnet, geniş anlamda Allah’ın yolunu (evrende yaratıklar için koymuş olduğu hükmü, kanunları) veya insanın âdet haline getirdiği iyi veya kötü davranış ve hareketi ifade eder (bk. Muhammed Hamîdullah, “Sünnet”, İA, XI, 242). Kur’an’da, ikisi çoğul olmak üzere on altı defa geçen sünnet kelimesi, bu âyet dışındaki yerlerde bir tamlama içinde yer almıştır: “Allah’ın sünneti” (Ahzâb 33/38), “önceki peygamberlerin sünneti (onlar hakkındaki kanun)” (İsrâ 17/77) gibi. Fıkıh ve fıkıh usulünde sünnet ise, bir yandan Hz. Peygamber’in İslâm dininin Kurân-ı Kerîm’den sonraki ikinci kaynağını oluşturan söz, fiil ve onaylarını, diğer yandan da Resûlullah’ın yolunu izleyerek yapılan fakat farz ve vâcip kapsamında olmayan fiilleri ifade eden bir terim anlamına sahiptir.
Allah’ın evrende ve yarattıkları arasında geçerli genel bir kanunu olan sünnetullah değişmez ve bozulmaz. Tabiattaki olaylar, bu kanun gereği belli bir düzen içerisinde meydana gelir. Bilim dilinde “tabiat kanunları” denilen sünnetullah, ilâhî hikmet gereği önce sebebin sonra da sonucun yaratılması şeklinde ortaya çıkar. Allah’ın fiillerinde hikmet anlayışını benimseyen ve çoğunluğu oluşturan bilginler bu görüşü savunurlar. Allah tarafından konan bu değişmez genel kanun (sünnet-i âmme), ancak özel durumlarda yine Allah’ın özel bir sünnetiyle (sünnet-i hâssa) ve geçici olarak değişebilir. Olağan üstü haller (mûcize, keramet...) bu tarzda ortaya çıkar. Fakat bu, genel sünnetin rastgele bozulduğu anlamına gelmez. Özel durum dışında her şey normal şekilde devam eder. Sünnetullah ifadesinin tabiat kanunları olarak yorumlanamayacağını ileri süren bir görüş de vardır. Buna göre böyle bir anlayış geleneksel yanılgının bir yansımasıdır. Sünnetullaha Kur’an’da mutlaka bir karşılık bulmak gerekiyorsa bu tabiri “tarih yasaları”nı anlatan bir ifade olarak değerlendirmek daha uygun olur (bk. Ömer Özsoy, Sünnetullah, özellikle s. 135).
Sünnetullah aynı zamanda sosyal olaylar için de söz konusudur. Nitekim bu husus Fâtır sûresinin 43. âyetiyle bu âyetin öncesi ve sonrasından açıkça anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde geçmiş ümmetlere uygulanan sosyal bir yasadan ve –yasanın gereği olarak– haddi aşanların bir belâya uğratılmalarından ve yokluğa mahkûm olmalarından söz edilmektedir. Buna göre Kur’an-ı Kerîm’de sünnetullah deyiminin, kısaca “Allah’ın, tabii veya sosyal bakımdan kâinatı yönetme yasası ve yöntemi” anlamında kullanıldığı söylenebilir.
Konumuz olan âyette de geçmişte peygamberlerini yalanlamış olan milletlere ve bunlara uygulanan ilâhî sünnete dikkat çekilmekte, onların düştükleri hatalara düşülmemesi istenmektedir. Bir başka anlatımla bu âyette ve devamında Allah’ın şöyle bir uyarıda bulunduğunu söylemek mümkündür: Sizden önce de nice milletler gelip geçti; onlar hakkında da Allah’ın birtakım uygulamaları oldu. Yeryüzünde dolaşarak o milletlerin kalıntılarını ve hayatlarını inceleyiniz, kendilerini doğru inanca ve güzel davranışlara çağıran peygamberlere karşı çıkıp onları yalanlayan milletlerin nasıl yok olup gittiklerini, ülkelerinin nasıl harap olduğunu görünüz; bunlardan çıkarılacak dersleri çıkarınız. Unutmayınız ki zafer için şart olan birliğinizi ve beraberliğinizi korur, peygamberin ve tayin ettiği kumandanların emirlerine uyarak sabır ve metanetle savaşırsanız zafer sizin olur.
Şüphe yok ki Allah’ın savaşlar için de koyduğu kanunları vardır. Bu kanunlara uygun davrananlar inkârcı, putperestler de olsalar, Allah’ın kanunu uyarınca galip gelirler. Tedbirsiz davrananlar da peygamber veya evliya dahi olsalar yine yenilgiye uğrarlar. Çünkü Allah’ın sünneti değişmez. O’nun sosyal hayat için koyduğu kanunlar savaşta da geçerlidir. Savaşın şart ve gereklerine uyanların galip, buna uymayanların mağlûp olması ilâhî bir kanundur (Ateş, II, 113).
Müfessirler bu ve benzeri âyetlerde, tarihî ve arkeolojik araştırmalar yapmayı teşvik anlamının bulunduğunu belirtirler (Elmalılı, II, 1180). Muhammed Abduh’a göre yüce Allah’ın, mahlûkatını yönetmek için kanunlar koyduğunu bize bildirmesi, bizim o kanunlardan en mükemmel bir şekilde faydalanmamız için o kanunları tedvin edilmiş bağımsız bir ilim haline getirmemizi gerekli kılar. Kur’an’ın özet olarak bahsettiği diğer ilimler için olduğu gibi kâinattaki sünnetullahı açıklayacak ilim adamlarını yetiştirmek de bu ümmetin tümü üzerine farz kılınmıştır (Reşîd Rızâ, IV, 139).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 675-677
 
Âl-i İmrân Suresi - 138 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • هٰذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّقٖينَ
    ﴿١٣٨﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾138﴿
Bu Kur’an insanlara bir açıklama, takvâ sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


“Bu” anlamına gelen işaret zamiriyle Kur’an’ın kastedildiği yorumu esas alınarak meâlinde “bu Kur’an” denmiştir. Buna göre âyet, Kur’an’ın bütün insanlar için hak ile bâtılı, yanlışla doğruyu birbirinden ayırt eden, açıklayan ve doğru yola ileten bir kitap, özellikle takvâ sahipleri için bir ibret ve öğüt olduğunu ifade eder. Diğer bir yoruma göre ise burada, Allah’ın sünnetinin geçmiş milletlere de aynen uygulandığını haber veren bir önceki âyete işaret edilmekte yani 137. âyetteki ifadenin insanlara bir açıklama, takvâ sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüt olduğu belirtilmektedir. İbn Âşûr’a göre bu durumda âyet, zaferle güzel sonucun, yenilgi ile kötü sonucun ayrı ayrı şeyler olduğunu bilmeyenler için bir açıklama ve sebep-sonuç ilişkisini kurabilmeleri için yol gösterici bir kılavuzdur. Çünkü zaferin gerçek sebebi iyilik ve iyi haldir. Bu âyet aynı zamanda insanların fesattan sakınmaları ve “Bizden daha güçlü kim var?” (Fussılet 41/15) diyerek gücüne aldanan Âd kavmi gibi aldanmamaları için bir öğüttür (IV, 98).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 677
 
Âl-i İmrân Suresi - 139 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنٖينَ
    ﴿١٣٩﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾139﴿
Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Müslümanları teselli etme amacı taşıdığı anlaşılan âyet, yenmenin de yenilmenin de Allah’ın değişmez kanunu olduğunu, dolayısıyla Uhud Savaşı’nda uğradıkları yenilgiden dolayı ümitsizliğe kapılmamaları gerektiğini onlara hatırlatmakta; güçlü bir imana sahip olmanın verdiği azim ve kararlılık sayesinde nice zaferlere ulaşmanın mümkün olacağını müjdelemektedir. Bu, yüce Allah’ın peygamberlerine ve samimiyetle onlara inanan müminlere bir vaadidir. Nitekim başka âyetlerde bunu açıkça bildirmiştir (bk. Sâffât 37/171-173; Mücâdele 58/21).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 678
 
Âl-i İmrân Suresi - 140-141 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُؕ وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَؕ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمٖينَۙ
    ﴿١٤٠﴾
  • وَلِيُمَحِّصَ اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَيَمْحَقَ الْكَافِرٖينَ
    ﴿١٤١﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾140﴿
Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız bilin ki o topluluk da benzeri bir yara almıştı. O günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz ki Allah gerçek müminleri ortaya çıkarsın ve uğrunda şehitleri olsun diye. Allah, zalimleri sevmez.

﴾141﴿
Bir de Allah, iman edenleri günahlardan arındırmak, kâfirleri de yok etmek için böyle yapıyor.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Genel olarak müfessirler 140. âyette Uhud Savaşı ile Bedir Savaşı’nın mukayesesinin yapıldığı kanaatindedirler. Müşriklerin daha önce Bedir Savaşı’ndaki kayıpları müslümanların Uhud Savaşı’ndaki kayıplarından az değildi. Âyet buna işaret etmektedir. Bazı müfessirlere göre sözlükte “yara” anlamında kullanılan “karh” kelimesi, âyette mecaz olarak “yenilgi” anlamında kullanılmıştır. Buna göre yüce Allah Uhud Savaşı’nda yenilgiye uğramış olan müminleri teselli etmek ve cesaretlendirmek için onlara Bedir Savaşı’ndaki zaferlerini hatırlatarak buyuruyor ki: Eğer siz Uhud’da yenilgiye uğradıysanız hemen üzüntüye kapılıp cesaretinizi yitirmemeli ve zaaf göstermemelisiniz. Bilmelisiniz ki düşmanlarınız da Bedir’de benzeri bir yenilgiye uğramışlardı. Fakat onlar yenildikleri için zaaf göstermemişler, cesaretlerini yitirmemişler, bilâkis onlar sizinle savaşmak için azimli ve kararlı bir biçimde hazırlıklarını tamamlamış ve Uhud Savaşı’na gelmişler, sonuçta kararlılıklarının karşılığını da almışlardır. Bu, Allah’ın bir kanunudur. Allah onları sevdiği için değil, onlar sabırla ve kararlı bir şekilde savaştıkları için zafere ulaşmışlardır. Sabır ve kararlılık içerisinde çalışıp gayret gösterenler daima başarıya kavuşurlar. Bu ilâhî bir kanundur.
Ayrıca müslümanların Uhud’daki yenilgilerinin başka hikmetleri de vardır. Yüce Allah samimi müminleri ortaya çıkarmak ve onların bir kısmını şehitlik rütbesine erdirmek (şehitlik hakkında bk. Bakara 2/154), müminleri günahlarından ve kusurlarından arındırıp tertemiz hale getirmek ve kâfirleri helâk etmek için bu zafer ve yenilgileri insanlar arasında döndürüp durmuş, acı ve tatlı günleri her iki tarafa da tattırmıştır. Eğer bütün savaşlarda müminler yenen, kâfirler yenilen taraf olsalardı o zaman hayatın imtihan oluşunun bir değeri kalmadığı gibi serbest irade ile iman etme imkânı da ortadan kalkardı; kâfirler ister istemez imana zorlanmış olurlardı. İşte bu gibi hikmetlere binaen yüce Allah zaferi ve yenilgiyi kâfirlerle müminler arasında döndürmekte, her iki tarafa da acı ve tatlı günler yaşatmaktadır. Ancak müminlerin ölülerine şehitlik rütbesini vererek onları cennetine koyacağına işaret ederken, zalimleri sevmediğini bildirmek suretiyle de kâfirlerin ölülerini cehennemine sokacağını îma etmektedir. Demek ki yaralanmak, öldürülmek veya yenilmek bir tarafa değer kazandırıp günahlardan arınma imkânı sağlarken, diğer tarafa zillet ve kayıp getirmektedir. Nitekim Bedir’de müşriklerin yara alıp yenilmeleri onlara zillet ve kayıp getirdiği halde Uhud’da müminlerin şehit olmaları, yaralanmaları ve yenilmeleri onlara günahlardan arınma ve mânevî kirlerden temizlenme şerefini kazandırmıştır. Ayrıca sonraki savaşlar için bir ders olmuştur. Nitekim müminler bütün yaralarına ve acılarına rağmen Uhud Savaşı’nın ardından müşrikleri Hamrâülesed denilen yere kadar takip ederek imanlarının ne derecede kuvvetlendiğini ve Hz. Peygamber’e ne derecede bağlı olduklarını göstermişlerdir.
“Allah’ın... ortaya çıkarması için” şeklinde tercüme ettiğimiz 140. âyetteki “li-ya‘leme...” ifadesi, “Allah’ın ezelî ilminde var olan bilgiyi vâkıa ile ayan beyan ortaya koyması” veya “mümini münafıktan ayırt etme hükmünü vermesi” şeklinde tefsir edilmiştir. Bu sebeple meâlinde “ şehitler” anlamı verilen şühedâ kelimesi –Bakara sûresinin 143. âyetinde olduğu gibi– “şahitler” şeklinde de tercüme edilebilir. Bu durumda âyetin meâli şöyle olur: “Allah sizden (insanlar üzerine) şahitler edinsin diye (böyle yaptı).”

Kaynak :
 
Âl-i İmrân Suresi - 142 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّٰهُ الَّذٖينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرٖينَ
    ﴿١٤٢﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾142﴿
Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri ortaya çıkarmadan ve sabredenleri belirlemeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Bu soru ile yüce Allah müminlere hitap ederek onlara ilâhî bir yasasını yani nihaî başarının iyilikler uğrunda gösterilecek özverilere bağlı olduğunu hatırlatmakta, Allah yolunda cihad etmeden ve cihadın gerektirdiği yaralanma, acı, ağrı gibi sıkıntılara katlanmadan, hatta canını feda etmeyi göze almadan ve buna katlananlarla katlanmayanlar ayırt edilmeden cennete girmeyi düşünmemeleri gerektiğine işaret buyurmaktadır. Nitekim Bakara sûresinin 214. âyetinde de “Yoksa sizden öncekilerin çektikleriyle karşılaşmadan cennete girebileceğinizi mi sandınız?” buyurularak, önceki peygamberlerin ve ümmetlerinin yaptıkları gibi yüce değerler uğrunda özverilerde bulunmadan başarılı olunamayacağı ve cennete girilemeyeceği haber verilmiştir. Geçmişte bazı ümmetler yoksulluk, savaş ve benzeri çeşitli sıkıntılarla imtihan edilmişler, sarsıntılar geçirmişler, fakat yıkılmamışlar, sabretmişler ve sonuna kadar imanlarında sebat etmişlerdir; bir gün mutlaka Allah’ın yardımının kendilerine erişeceğine ve zafere kavuşacaklarına dair ümitlerini yitirmemişler; nihayet Allah’ın yardımına ve zafere kavuştukları gibi cennete girmeye de hak kazanmışlardır. Şimdi yüce Allah Hz. Muhammed’in ümmetinden de bu özveriyi istemekte, imanlarını ve kutsal değerlerini koruma uğrunda mal ve canlarını feda edebilenlerle mallarını ve canlarını kutsal değerlerin üstünde tutanlar birbirlerinden ayırt edilmedikçe cennete girmeyi düşünmemeleri gerektiğini bildirmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 679-680
 
Âl-i İmrân Suresi - 143 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلَقَدْ كُنْتُمْ تَمَنَّوْنَ الْمَوْتَ مِنْ قَبْلِ اَنْ تَلْقَوْهُࣕ فَقَدْ رَاَيْتُمُوهُ وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَࣖ
    ﴿١٤٣﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾143﴿
Gerçek şu ki, ölümle karşılaşmadan önce onu istiyordunuz; işte şimdi onu apaçık görmektesiniz.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Başta Hz. Peygamber olmak üzere bazı tecrübeli sahâbîler Uhud Savaşı’na çıkmadan önce yapılan müzakerede, Medine’de kalıp savunma savaşı yapmayı tercih etmişlerdi. Ancak savaş tecrübesi olmayan, özellikle Bedir Savaşı’nda bulunmamış olan sahâbîler, Bedir’e katılanların Allah katındaki derecelerinin yüceliğini ve sevaplarının çokluğunu öğrenince böyle bir fırsatın kendileri için de doğmasını dilemişlerdi. İşte Uhud Savaşı öncesinde bu müslümanlar Hz. Peygamber’e düşmanla meydan savaşı yapmak istediklerini, gerekirse seve seve canlarını feda edeceklerini bildirdiler ve “Bizi düşman karşısına çıkar ki kendilerinden korktuğumuzu sanmasınlar” dediler. Gençlerin ısrarlı olduklarını gören Hz. Peygamber onların görüşüne uyarak meydan savaşı yapmak üzere Uhud’a geldi. Ancak düşmanın şiddetli saldırıları neticesinde müslümanlar yetmiş dolayında kayıp verdiler, birçoğu da yaralandı. Bu arada Hz. Peygamber’in öldürüldüğü haberi de yayılınca müminlerden büyük bir grup büsbütün ümitlerini yitirdiler ve düşmanın şiddetli saldırıları karşısında dayanamayıp geri çekilmek durumunda kaldılar. Bir kısmı paniğe kapıldı ve savaş alanını terketti. İşte bu âyette onların bu davranışları kınanmaktadır.
Bazı müfessirlere göre burada müslümanların ölümü istemelerinden maksat, Medine’de kalıp savunma savaşı yapmak yerine daha çok ölüme sebep olan meydan savaşını tercih etmeleridir (Elmalılı, II, 1189). Bu sahâbîler, savaşta büyük yararlılıklar göstereceklerini ve kendileri şehit oldukları takdirde geride kalanlar için önemli bir zafer hazırlayacaklarını düşünerek düşmanı meydanda karşılamayı tercih etmişlerdi. Bu sebeple onlar hakkında, “Ölümle karşılaşmadan önce onu istiyordunuz” buyurulmuştur. Yoksa herhangi bir müslümanın, gerek savaşta gerekse savaş dışında ölümü istemesi doğru değildir. Nitekim Hz. Peygamber “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz, Allah’tan âfiyet isteyiniz. Ama düşmanla karşılaştığınız zaman da sabırlı olunuz (direniniz). Bilin ki, cennet kılıçların gölgesi altındadır” buyurmuştur (Müslim, “Cihâd”, 20). Sonuçta hayat da ölüm de Allah’ın takdirine bağlı olaylardır. Takdir edilen zaman geldiğinde istense de istenmese de ölüm gerçekleşecektir. Savaş alanlarında asıl olan ölmek değil, müslümanların zaferi için gayret göstermek ve savaşmaktır. Ama bu esnada ölmeyi göze almadan savaşa girişen kimsenin göstereceği çaba, bu uğurda ölmenin kendisini yüksek bir pâyeye eriştireceği inancıyla savaşan kişinin çabasına denk olamaz. Kur’an’da ve hadislerde şehitliğin özendirilmesi de bundan dolayıdır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben isterim ki Allah yolunda savaşıp öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra tekrar öldürüleyim (el-Muvatta’, “Cihâd”, 27, 40). Bu hadisteki mesaja yürekten inanan bir müslüman açısından, –diğer İslâmî ilkeler gereği hayatını korumak için her türlü önlemi alması gerekli olmakla beraber– Allah yolunda savaşırken, artık yaşama arzusu zaferin önünde bir engel olmaktan çıkar.




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 680-681
 
Âl-i İmrân Suresi - 144 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَمَا مُحَمَّدٌ اِلَّا رَسُولٌۚ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُؕ اَفَا۬ئِنْ مَاتَ اَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْؕ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلٰى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللّٰهَ شَيْـٔاًؕ وَسَيَجْزِي اللّٰهُ الشَّاكِرٖينَ
    ﴿١٤٤﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾144﴿
Muhammed yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geri dönecek misiniz? Kim geri dönerse bilsin ki Allah’a asla bir zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri ödüllendirecektir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Hz. Muhammed’in sadece bir beşer ve bir peygamber olduğu belirtilip önceki peygamberler gibi onun da ölümlü olduğu hatırlatılmaktadır. Ayrıca âyet münafıkların menfi propagandalarına bir cevap ve onlara kapılanlara yapılmış bir uyarı niteliğindedir. Şöyle ki Uhud Savaşı’nda Abdullah b. Kamia adında bir müşrik, Resûlullah’ı öldürmek için ona birkaç defa saldırmış, hatta yüzünü yaralamış ve attığı bir taşla dişinin kırılmasına yol açmıştı. Hz. Peygamber’i korumakta olan Mus‘ab b. Umeyr de bu müşrikin saldırılarına karşı koyarken şehit olmuştu. Mus‘ab, Hz. Peygamber’e benzediği için Abdullah b. Kamia Peygamber’i öldürdüğünü sanarak, “Muhammed’i öldürdüm” diye bağırmış, bu haber müslümanlar üzerinde şok etkisi yapmıştı. Bu haberin meydana getirdiği panik üzerine müslümanlar cesaretlerini yitirmişler, içlerinden bir grup dağa doğru çekilirken, bir grup Medine yolunu tutmuş, bazıları da oldukları yerde yığılıp kalmıştı. Hatta bir kısmı “Abdullah b. Übeyy’e gidelim de bizim için Ebû Süfyân’dan eman dilemesini rica edelim” deme gafletinde bulunmuş ve bu durumdan yararlanan bir grup münafık “Muhammed gerçek peygamber olsaydı öldürülmezdi. Atalarımızın dinine dönsek daha iyi olur” diyecek kadar ileri gitmişlerdi (Reşîd Rızâ, IV, 160).
Bu sırada Hz. Peygamber’in “Ey Allah’ın kulları bana gelin!” diye seslenmesi üzerine etrafında halkalanan yaklaşık otuz kişilik bir grup onu yiğitçe savunmuşlardı. Öte yandan bu habere aldanan Kureyş, aldığı netice ile yetinerek savaş alanını terketmiştir. Hz. Peygamber bu durumun farkına varmış ve bunu kendisi ve arkadaşları için Allah’ın lutfettiği bir fırsat olarak değerlendirmiştir. Nitekim onun sağ olduğunu müslümanlara duyurmak isteyen Kâ‘b b. Mâlik’e susması için işaret buyurmuşlardır (Hasan İbrâhim Hasan, İslâm Tarihi, I, 152).
Âyette Hz. Muhammed’in fâni, İslâm’ın ise bâki olduğunu, bu sebeple, o ölse dahi müslümanların bunu sükûnetle karşılayıp dinlerine bağlı kalmaları, düşmanlarıyla sürdürdükleri savaşta sebat etmeleri gerektiği hatırlatılmaktadır. Müteakip âyetin sonundaki “Allah şükredenleri ödüllendirecektir” cümlesi buna işaret eder. Müfessirler buradaki “şükredenler” ifadesini, “İslâm’da sebat edip görevlerini yerine getirenler” şeklinde tefsir etmişlerdir (Elmalılı, II, 1194). Nitekim yıllar sonra Hz. Peygamber vefat ettiğinde insanlar şaşırıp ne yapacaklarını bilemez olmuşlar, fakat soğukkanlılığını koruyan Hz. Ebû Bekir, “Kim Muhammed’e tapıyor idiyse bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyor idiyse bilsin ki Allah diridir, ölmez!” demiş ve bu âyeti okumuştur. İbn Abbas “Ebû Bekir bu âyeti okuyuncaya kadar insanlar sanki böyle bir âyetin daha önce inmiş olduğunu bilmiyorlardı, herkes âyeti (ilk defa) ondan öğrenmiş gibiydi. Ondan âyeti dinleyen herkes onu okumaya başladı” demiştir (İbn Kesîr, II, 109).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 683-684
 
Âl-i İmrân Suresi - 145 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ اَنْ تَمُوتَ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِ كِتَاباً مُؤَجَّلاًؕ وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الدُّنْيَا نُؤْتِهٖ مِنْهَاۚ وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الْاٰخِرَةِ نُؤْتِهٖ مِنْهَاؕ وَسَنَجْزِي الشَّاكِرٖينَ
    ﴿١٤٥﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾145﴿
Hiçbir kimse Allah’ın yazılıp bir süreye bağlanmış izni olmadan ölmez. Kim dünya nimetini isterse ondan kendisine veririz; kim âhiret nimetini isterse ona da ondan veririz; ve şükredenleri ödüllendireceğiz.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Müslümanların, Hz. Peygamber’in öldürüldüğü haberinin yayılmasından sonraki psikolojik durumlarına işaret edilmekte ve ölüm korkusuyla savaştan kaçmanın anlamsız olduğu bildirilerek müslümanlar metanetli davranmaya çağırılmakta ve cihada teşvik edilmektedir. Çünkü Allah’ın belirlediği zaman gelmeden ve O’nun izni olmadan hiç kimse ne yatağında ne de düşman saldırısıyla ölmeyeceği gibi O’nun belirlediği süreden fazla bir an bile yaşayamaz. Kişinin ömrü, sınırları yüce Allah tarafından belirlenmiş ve takdir edilmiş bir zaman diliminden ibarettir. Âyetin “yazılıp bir süreye bağlanmış” anlamındaki bölümü bunu ifade eder. Bu süre ne bir saniye ileri ne de bir saniye geri alınır. Bu ilâhî kanun –peygamberler dahil– bütün insanlar için aynı derecede geçerli olduğu gibi toplumlar için de geçerlidir (krş. A‘râf 7/34; Hicr 15/5; Müminûn 23/43; Münâfikun 63/11). Bu sebeple savaş meydanından kaçarak ölümden kurtulmayı düşünmek yersiz bir davranıştır. Korkaklık ömrü uzatmadığı gibi cesaret de onu azaltmaz; o halde doğru olan, kişinin kendisi için belirlenmiş bu süreyi nasıl değerlendirmesi gerektiğini düşünmesi ve ona göre davranmasıdır.
Yüce Allah âyetin devamında “Kim dünya nimetini isterse ondan kendisine veririz; kim âhiret nimetini isterse ona da ondan veririz” buyurarak insanların emeklerinin ve dileklerinin zayi olmayacağını, yaptıklarının karşılığını dünyada ve âhirette alacaklarını bildirmektedir. Bununla birlikte İslâm’da niyet esastır, Hz. Peygamber’in ifade buyurduğu üzere “Ameller niyetlere göre değerlendirilir. Kişi yaptığı işi hangi niyetle yapmışsa karşılığında kendisine o şey verilir” (Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 1). Bir kimse yaptığı işlerin karşılığında sadece dünyalık isterse Allah kendi iradesine ve dilemesine bağlı olarak ona ne takdir etmişse onu verir, fakat âhirette bu amelin karşılığında bir şey alamaz. Kişi âhirette sevap kazanmak niyetiyle dünyada hayırlı bir iş yaparsa Allah ona âhirette sevabını vereceği gibi dünyada da takdir ettiği kısmetini verir. Nitekim “Biz şükredenleri ödüllendireceğiz” cümlesinden ve ilgili diğer âyetlerin ruhundan bu mâna anlaşılmaktadır (ayrıca bk. Bakara 2/200-201; İsrâ 17/18-19; Şûrâ 42/20).
Âyetin bu bölümünde ganimet elde etme arzusuna kapılarak savaş sırasında nöbet yerini terkeden ve müslümanların yenilmesine sebep olan sahâbîler kınanmakta; düşman karşısında sebat edip direnenler ise “şükredenler” olarak vasıflandırılmakta, bunların hem dünyada hem de âhirette mükâfatlarının verileceği bildirilmektedir. Bir önceki âyetin tefsirinde kısaca değinildiği gibi şükredenlerden maksat, İslâm’da sebat eden, Allah’ın kendisine verdiği kuvvet ve kudreti yaratılış gayesine uygun olarak Allah’a itaatte kullanan, hiçbir engel karşısında Allah’a itaatten vazgeçmeyen, ömrünü bu dünyanın geçici zevk ve çıkarları uğrunda değil, âhiretin sonsuz nimetlerini elde etme ve Allah’ın rızâsına kavuşma uğrunda harcayanlardır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 684-685
 
Âl-i İmrân Suresi - 146 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَكَاَيِّنْ مِنْ نَبِيٍّ قَاتَلَۙ مَعَهُ رِبِّيُّونَ كَثٖيرٌۚ فَمَا وَهَنُوا لِمَٓا اَصَابَهُمْ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ وَمَا ضَعُفُوا وَمَا اسْتَكَانُواؕ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الصَّابِرٖينَ
    ﴿١٤٦﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾146﴿
Nice peygamber vardır ki onunla birlikte birçok Allah erleri savaştılar. Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşemediler, yılmadılar, boyun eğmediler. Allah, sabredenleri sever.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


“Allah erleri” diye çevirdiğimiz ribbiyyûn kelimesi “rabbe mensup” anlamına gelen “ribbî” kelimesinin çoğulu olup “Allah’a kulluk edenler, O’nun dinine uyanlar” demektir. Bu mânada rabbânî kelimesiyle eş anlamlı olup “peygamberlere uyanlar, peygamberlerin talebeleri” anlamında kullanılmıştır. Bundan başka “öncekiler” diye açıklandığı gibi, “ribbe” kelimesine nisbet edilerek “cemaat” anlamında da tefsir edilmiştir. Her iki kelimeyi de genişçe tahlil eden Elmalılı, ribbiyyûnu cemaat anlamına gelen “ribb”e nisbet ederek “eğitim görmüş cemaat”, rabbâniyyûnu ise “eğitici anlamına” gelen rab ismine nisbetle “bunları eğitip öğretecek yüksek seviyeye ulaşmış kimseler” olarak tefsir etmenin daha uygun olacağı kanaatindedir (II, 1197; rabbânî hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/79-80). Âyette yine Hz. Peygamber’in öldürüldüğü haberi üzerine paniğe kapılıp savaş alanını terkeden müslümanlara bir sitem vardır; bir bakıma müslümanlara şöyle denilmektedir: Geçmiş peygamberlerin ümmetleri sayıca düşmanlarından daha az, savaş araç ve gereçleri bakımından daha zayıf olmalarına rağmen peygamberleriyle birlikte düşmanlarına karşı şiddetle savaştılar, onlar da Allah yolunda yaralandı ve şehit oldular, ama düşman karşısında gevşeklik ve zaaf göstermediler, onlara boyun eğmediler, sabır ve metanetle mücadele ettiler. Bu sebeple Allah’ın rızâsını, sevgisini ve zaferi kazandılar. Siz ise yalan haberin yayılmasıyla perişan olup dağıldınız!
“Savaştı” anlamına gelen “kātele” fiili edilgen olarak “kūtile” şeklinde de okunmuştur. Bu kıraate göre cümlenin anlamı şöyle olur: “Beraberinde Allah erleri bulunduğu halde nice peygamber öldürülmüştür!” İbn Âşûr bu peygamberlerden altısının adını vermektedir. Bunlar İsrâiloğulları’nın öldürdükleri Ermiyâ, Hezekiel, İşâyâ, Zekeriyyâ ve Yahyâ ile Araplar’ın öldürdüğü Hanzale b. Safvân’dır (IV, 116). Ancak bu peygamberler savaş dışında çeşitli şekillerde öldürülmüşlerdir. Onlar öldürüldükleri halde beraberlerinde bulunan Allah erleri başlarına gelen musibetten dolayı ne gevşeklik ve zaaf göstermişler ne de düşmana boyun eğmişlerdir. O halde Uhud’daki müminlerin de onlar gibi metanet ve cesaret göstermeleri gerekiyordu. Rivayete göre Habbâb b. Eret Hz. Peygamber’e, “Müşriklerden büyük sıkıntı çektik. (Bunların zulmünden kurtuluşumuz için) Allah’a dua etmez misiniz?” demişti. Hz. Peygamber bu talepte mücadeleden yılma ve üzerine düşeni yapmaktan geri durma niyeti sezdiği için yüzü kıpkırmızı olduğu halde (yaslandığı yerden) doğrulup oturdu ve şöyle buyurdu: “Sizden önce demir taraklarla kişinin etleri ve sinirleri kemiklerine kadar taranırdı da bu işkence onu dininden döndüremezdi. Başının ortasına testere konarak başı ikiye bölünürdü, bu işkence dahi onu dininden döndüremezdi (Buhârî, “Menâkıbü’l-ensâr”, 29).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 685-686
 
Âl-i İmrân Suresi - 147-148 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَمَا كَانَ قَوْلَهُمْ اِلَّٓا اَنْ قَالُوا رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَاِسْرَافَنَا فٖٓي اَمْرِنَا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرٖينَ
    ﴿١٤٧﴾
  • فَاٰتٰيهُمُ اللّٰهُ ثَوَابَ الدُّنْيَا وَحُسْنَ ثَوَابِ الْاٰخِرَةِؕ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖينَࣖ
    ﴿١٤٨﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾147﴿
Onların sözü şunu demekten ibaretti: “Rabbimiz! Günahlarımızdan ve işimizdeki aşırılıklardan ötürü bizi bağışla, sebatımızı arttır, kâfir topluluğa karşı bize yardım et!”

﴾148﴿
Bu yüzden Allah onlara dünya nimetini ve âhiret nimetinin de güzelini verdi. Allah işini güzel yapanları sever.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Bu âyetlerde de yine Uhud Savaşı’nda “Abdullah b. Übey’e gidelim de müşriklerin başkanı Ebû Süfyân’dan bizim için eman dilesin” diyen müslüman veya münafıklara bir târiz ve bir sitem vardır. Çünkü bunlar bu sıkıntılı anda böyle söylerken geçmiş peygamberlerin yanında bulunan Allah erleri başlarına gelenlerin bir hikmeti bulunduğunu veya kendilerinde var olan bir kusurdan, bir hatadan yahut aldıkları emri ve görevi gerektiği gibi yerine getiremediklerinden dolayı cezalandırıldıklarını düşünerek, “Rabbimiz günahlarımızdan ve işimizdeki taşkınlığımızdan ötürü bizi bağışla!” diye dua etmişler, sonra da kâfirlere karşı yüce Allah’tan sabır ve zafer dilemişlerdi. 148. âyetten anlaşıldığına göre yüce Allah da onların bu samimi dileklerini kabul buyurmuş, onlara dünya mükâfatı olarak zafer ve ganimet nasip ederken, âhiret sevabının da güzelini vermiştir. “Allah işini güzel yapanları sever” cümlesi, o Allah erlerinin işlerini güzel yapan kimseler olduklarını, bu sebeple Allah’ın sevgi ve rızâsını kazandıklarını ifade eder.





Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 686-687
 
Âl-i İmrân Suresi - 149-150 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تُطٖيعُوا الَّذٖينَ كَفَرُوا يَرُدُّوكُمْ عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِرٖينَ
    ﴿١٤٩﴾
  • بَلِ اللّٰهُ مَوْلٰيكُمْۚ وَهُوَ خَيْرُ النَّاصِرٖينَ
    ﴿١٥٠﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾149﴿
Ey iman edenler! Eğer inkâr edenlere uyarsanız, sizi gerisin geri döndürürler de sonra hüsrana uğramış olursunuz.

﴾150﴿
Oysa sizin mevlânız (koruyup kollayanınız) Allah’tır ve O, yardımcıların en iyisidir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Önceki âyetlerde müslümanlar düşman karşısında gevşeklik ve zaaf göstermeyen Allah erleri gibi olmaya teşvik edilirken burada da kâfirlere uymaktan sakındırılmaktadırlar. Âyetler Hz. Peygamber’in öldürüldüğüne dair yalan haberin yayılması üzerine yahudi ve münafıkların, “Muhammed, peygamber olsaydı öldürülmezdi; artık eski dininize ve dostlarınıza (kardeşlerinize) dönün!” şeklindeki sözleri sebebiyle inmiştir. İniş sebebi özel olmakla birlikte âyetler, her zaman ve her toplum içinde bulunabilecek münafıkların bu tür bozguncu sözlerine ve propagandalarına karşı müslümanları uyarmaktadır. Savaştan kaçmak yenilgiye, yenilgi de kâfirlere itaate sebep olur. Kâfirlere itaat ise sonuçta kişiyi hem dünyada hem de âhirette hüsrana uğratacak olan dinden dönmeye götürür.
150. âyetteki mevlâ kelimesi sözlükte “sahip, dost, yardımcı, arkadaş, köle, câriye, köle âzat eden ve âzat edilmiş köle” anlamlarına gelir. Burada “yardımcı, koruyucu, gözetici” anlamında kullanılmıştır (Ebû Hayyân, III, 77). Yani müminlerin yardımcısı sadece yüce Allah’tır ve en iyi yardımcı da O’dur. Mevlâ, dostlarını ve velâyeti altındakileri korur. Onlara yardım eder ve menfaatlerini gözetir. O’nun dostlarının, müşriklerden eman dilemek için münafıkların yardımına ihtiyaçları yoktur. Onların yardımcısı Allah’tır. Nitekim Uhud Savaşı’nda müslümanlar yenilmiş ve bir kısmı dağılmış olmalarına rağmen tamamen imha edilmekten Allah’ın yardımıyla kurtulmuşlardır. Allah’ın dostluğunu ve yardımcılığını kazanmış olan kimse başkalarının yardımına muhtaç olmaz. Çünkü en iyi yardımcı O’dur. O’nun yardımının tecelli ettiği yerde mağlûbiyet yoktur. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur: “Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse yoktur; eğer sizi yardımsız bırakırsa O’ndan sonra size kim yardım edebilir? Müminler yalnız Allah’a güvensinler” (Âl-i İmrân 3/160).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 688-689
 
Âl-i İmrân Suresi - 151 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • سَنُلْقٖي فٖي قُلُوبِ الَّذٖينَ كَفَرُوا الرُّعْبَ بِمَٓا اَشْرَكُوا بِاللّٰهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهٖ سُلْطَاناًۚ وَمَأْوٰيهُمُ النَّارُؕ وَبِئْسَ مَثْوَى الظَّالِمٖينَ
    ﴿١٥١﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾151﴿
Kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar, hakkında Allah’ın hiçbir delil indirmediği şeyi O’na ortak koştular. Onların varacağı yer cehennemdir. Zalimlerin durağı ne kötüdür!

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Burada yüce Allah müminlere, düşmanlarına karşı zafer müjdesi vererek onları teselli etmekte, heyecanlarını yatıştırmakta ve Allah’a inanmanın verdiği moral gücünden yoksun olanların kalplerini kısa zamanda korku saracağını haber vermektedir. Çünkü müşrikler ne aklî ne de naklî hiçbir delile dayanmaksızın, atalarından intikal eden tamamen bâtıl bir inançla putları Allah’a ortak koşmakta, onlardan yardım istemekte ve onları Allah ile mahlûkatı arasında aracı kılmaktadır. Oysa putlar, başkalarına yardım etmek şöyle dursun kendilerine yapılan bir saldırıyı dahi savacak güce sahip değillerdir. Bu sebeple müslümanların Allah’ın yardımına güvendikleri derecede müşrikler putların yardımına güvenmemektedirler. Çünkü kendi tanrılarında var olduğuna inandıkları gücün başkalarının tanrılarında da var olduğuna, tanrılar arası mücadelenin devam ettiğine inanmaktadırlar. Bu da onların korkaklaşmasına sebep olmaktadır. Nitekim bu âyetlerde söz konusu edilen Uhud Savaşı’nda, bir ara müslümanların paniğe kapılıp dağılmalarına rağmen, müşrikler önemli bir sonuç elde edemeden çekilip gitmişlerdir. Hatta giderken bir ara geri dönüp müslümanların işini bitirmeyi düşünmüşler, ancak dönme cesaretini gösterememişler, büsbütün yenilmemiş olmayı yeğlemişlerdir. Şüphesiz bu durum Allah’ın onların kalbine soktuğu korkunun neticesinde meydana gelmiştir. Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Bir aylık yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku salma özelliği verilerek bana yardım edildi” (Buhârî, “Teyemmüm”, 1).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 689-690
 
Âl-i İmrân Suresi - 152 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلَقَدْ صَدَقَكُمُ اللّٰهُ وَعْدَهُٓ اِذْ تَحُسُّونَهُمْ بِاِذْنِهٖۚ حَتّٰٓى اِذَا فَشِلْتُمْ وَتَنَازَعْتُمْ فِي الْاَمْرِ وَعَصَيْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَٓا اَرٰيكُمْ مَا تُحِبُّونَؕ مِنْكُمْ مَنْ يُرٖيدُ الدُّنْيَا وَمِنْكُمْ مَنْ يُرٖيدُ الْاٰخِرَةَۚ ثُمَّ صَرَفَكُمْ عَنْهُمْ لِيَبْتَلِيَكُمْۚ وَلَقَدْ عَفَا عَنْكُمْؕ وَاللّٰهُ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ
    ﴿١٥٢﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾152﴿
Andolsun ki Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hatırlayın ki O’nun izniyle kâfirleri öldürüyordunuz, ama Allah size istediğiniz zaferi gösterdikten sonra gevşediniz, emre itaat hususunda birbirinizle tartıştınız ve emre aykırı hareket ettiniz; içinizden kimi dünyayı istiyordu, kiminiz de âhireti istiyordunuz; derken Allah denemek için onların karşısında sizi bozguna uğrattı. Sonunda yine de sizi bağışladı. Allah, müminlere karşı lütufkârdır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Yüce Allah müminlere verdiği yardım sözünü yerine getirmiş, savaşın ilk döneminde müminler müşriklere epeyce zâyiat verdirerek onlara galip gelmişlerdi. Ancak okçulardan bir kısmı nöbet yerini terketme hususunda kumandanlarıyla tartışmışlar; bir grup savaş kazanıldığı için geçidi tutmaya gerek kalmadığı kanaatiyle nöbet yerini terketmek isterken, diğer grup aksine bir emir olmadıkça muhtemel tehlikeye karşı geçidi korumanın gereğini savunmuş, sonuçta okçuların büyük çoğunluğu Hz. Peygamber’in emrine muhalefet edip nöbet yerini terkedince galibiyet durumu tersine dönmüştür. Düşmanın süvari birliği geçitteki müslüman askerlerin büyük çoğunluğunun geçidi terkettiklerini görünce oradan hücuma geçip müslümanları arkadan vurmuş, bozguna uğramış olan düşman askerleri de toparlanıp saldırıya geçmişler; böylece müslümanlar iki düşman arasında sıkışıp kalmışlar, neticede zafer yenilgiye dönüşmüştür.
Nöbet yerinden ayrılanların davranışı âyette “isyan” olarak ifade edilmiştir. Burada isyanın mânası emre aykırı davranmaktır. Çünkü onlar müslümanların müşrikleri yendiğini görünce artık geçidin korunmasına gerek kalmadığı kanaatine varmış ve emre aykırı olarak nöbet yerini terketmişlerdi. Burada müslümanların yenilgiye uğramalarının yüce Allah tarafından yapılmış bir imtihan olduğu da bildirilmiştir. Çünkü bu yenilgi, gerçek müminlerle münafıkların birbirinden ayırt edilmesine imkân sağladığı gibi savaşta komutanın emrine itaat etmemenin nelere mal olduğunu göstererek ibret alma imkânı da sağlamıştır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 690
 
Âl-i İmrân Suresi - 153 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اِذْ تُصْعِدُونَ وَلَا تَلْوُ۫نَ عَلٰٓى اَحَدٍ وَالرَّسُولُ يَدْعُوكُمْ فٖٓي اُخْرٰيكُمْ فَاَثَابَكُمْ غَماًّ بِغَمٍّ لِكَيْلَا تَحْزَنُوا عَلٰى مَا فَاتَكُمْ وَلَا مَٓا اَصَابَكُمْؕ وَاللّٰهُ خَبٖيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
    ﴿١٥٣﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾153﴿
O zaman siz dönüp hiç kimseye bakmadan yukarı doğru çekiliyordunuz; peygamber ise arkanızdan sizi çağırıyordu, kaybettiklerinizin ve başınıza gelenlerin üzüntüsüne katlanabilmeniz için (söz tutmamanıza karşılık) Allah size tasa üstüne tasa verdi. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Bu âyet müslümanların savaşın ikinci aşamasındaki perişan durumunu tasvir etmektedir. Düşmanın süvari birliğinin arkadan vurması ve Hz. Peygamber’in öldürüldüğü haberinin yayılması neticesinde paniğe kapılıp perişan bir halde dağılan İslâm ordusunun bir kısmı tepeye doğru çıkarak kurtulmaya çalışırken bir kısmı da Medine yönünde kaçmıştır. Hz. Peygamber ise eşsiz bir metanet ve cesaret örneği göstererek yanındaki küçücük bir grup ile birlikte düşmana karşı var gücüyle savaşmış ve “Ey Allah’ın kulları bana gelin!” diye dağılanları etrafında toplanmaya çağırmıştır (Buhârî, “Megāzî, 20, “Tefsîr”, 3/10). Hz. Peygamber’in ve yanındakilerin düşmana karşı böyle kahramanca savaşmaları, bu durumun büyük bir felâkete dönüşmesini önlemiş ve müslümanlar tamamen imha edilmekten kurtulmuşlardır.
Bir önceki âyette de belirtildiği gibi zaferin yenilgiye dönüşmesi bir imtihandı. Büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalan müslümanlar neye uğradıklarını şaşırmışlar, bekledikleri zafer ve ganimeti elde edemedikleri gibi yetmiş dolayında şehit vermişler ve birçoğu da yaralanmıştı. Müslümanlar bir bozgun hali yaşarken Hz. Peygamber’in şehit olduğu söylentisi, vatanlarının tehlikede oluşu, Kureyş ordusunun Medine’ye saldırarak yağma ve talan edip halkı kılıçtan geçirme korkusu gibi sıkıntılar müslümanların üzüntülerini daha da arttırmıştı.
Müfessirler, Arap dilinin özelliklerini dikkate alarak “kaybettiklerinizin ve başınıza gelenlerin üzüntüsüne katlanabilmeniz için (söz tutmamanıza karşılık) Allah size tasa üstüne tasa verdi” diye çevrilen cümleyi üç şekilde yorumlamışlardır:
a) Allah size tasa üstüne tasa vererek sizi oyaladı ki kaçırdığınız zafer ve ganimete, başınıza gelen yaralanma ve öldürülme gibi musibetlere üzülmeyesiniz. Buna göre yüce Allah müslümanlara tasa üstüne tasa vererek başlarına gelen musibetleri onlara unutturmuş ve üzüntülerini hafifletmiştir.
b) Olumsuzluk edatı olan “lâ” harfi zaittir. Cümle şöyle yorumlanmıştır: Söz tutmamanızdan dolayı Allah size tasa üstüne tasa verdi ki kaybettiklerinize ve başınıza gelen sıkıntılara üzülesiniz.
c) Müminler bu sıkıntılara katlanmaya ve daha büyük musibetlere karşı sabırla direnmeye alışsınlar diye, daha büyüğünü vererek daha küçüğünü unutturmak için Allah onlara tasa üstüne tasa indirmiştir (İbn Âşûr, IV, 132-133).




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 690-691
 
Âl-i İmrân Suresi - 154 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاساً يَغْشٰى طَٓائِفَةً مِنْكُمْۙ وَطَٓائِفَةٌ قَدْ اَهَمَّتْهُمْ اَنْفُسُهُمْ يَظُنُّونَ بِاللّٰهِ غَيْرَ الْحَقِّ ظَنَّ الْجَاهِلِيَّةِؕ يَقُولُونَ هَلْ لَنَا مِنَ الْاَمْرِ مِنْ شَيْءٍؕ قُلْ اِنَّ الْاَمْرَ كُلَّهُ لِلّٰهِؕ يُخْفُونَ فٖٓي اَنْفُسِهِمْ مَا لَا يُبْدُونَ لَكَؕ يَقُولُونَ لَوْ كَانَ لَنَا مِنَ الْاَمْرِ شَيْءٌ مَا قُتِلْنَا هٰهُنَاؕ قُلْ لَوْ كُنْتُمْ فٖي بُيُوتِكُمْ لَبَرَزَ الَّذٖينَ كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقَتْلُ اِلٰى مَضَاجِعِهِمْۚ وَلِيَبْتَلِيَ اللّٰهُ مَا فٖي صُدُورِكُمْ وَلِيُمَحِّصَ مَا فٖي قُلُوبِكُمْؕ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
    ﴿١٥٤﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾154﴿
Sonra o kederin ardından Allah size bir güven, bir grubunuzu kendinden geçiren uyuklama hali verdi; bir grup da kendi canlarının derdine düşmüşler, Allah hakkında haksız yere Cahiliye düşüncelerine kapılarak, “Bu işten bize ne?” diyorlardı. De ki: “İşin tamamı Allah’a aittir.” Sana açmadıklarını içlerinde gizliyorlar: “Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik” diyorlar. De ki: “Evlerinizde dahi olsaydınız, yine de haklarında ölüm yazılmış olanlar ölüp düşecekleri yere geleceklerdi. Bu, Allah’ın içinizde olanı ortaya çıkarması ve kalplerinizdeki şüpheyi gidermesi içindir. Allah kalplerde olanı bilir.”

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Uhud Savaşı’ndaki bozgunun ardından yüce Allah müslümanları büyük kederlere uğrattıktan sonra, cesaret ve metanetini yitirmeden, eninde sonunda Hz. Peygamber’in zafere kavuşacağına inanan ve onunla birlikte düşmana karşı var gücüyle vuruşan bir gruba hafif bir uyuklama hali vererek dinlenmelerini ve heyecanlarının yatışmasını sağlamıştı. Almış oldukları yaralardan dolayı acılar içerisinde olmalarına rağmen kendilerini güvende hissetmişler, kılıçları ellerinden düşecek derecede uyuklamışlardı. Nitekim olayı bizzat yaşamış olan Ebû Talha, kendileri savaş alanında iken bu uyku sebebiyle kılıcının birkaç defa elinden düştüğünü ve tekrar aldığını ifade etmiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 3/11; “Megāzî”, 20). Oysa şiddetli korku içindeki insanı uyku tutmaz, uykusuzluk devam ettikçe de perişanlık artar ve insanın mânevî gücü çöker. Uhud Savaşı’ndaki ortam böyle bir neticenin doğması için son derece müsait idi. Çünkü müşrikler savaş alanından ayrılırken yine geleceklerini söyleyerek müslümanları tehdit etmişlerdi; bu sebeple müslümanlar düşmanın dönüp tekrar saldırmasından ve kendilerini imha etmesinden veya Medine’ye saldırarak yağmalamasından endişe ediyorlardı. İşte böyle bir ortamda yüce Allah’ın bir lutfu olarak müslümanları tatlı bir uyku basıp, korkuyu unutturmuş, gergin olan sinirlerini dinlendirmiş, böylece huzur ve güvene kavuşarak yepyeni bir güç kazanmışlar, düşman çekildikten sonra da onları Hamrâülesed’e kadar takip etmişlerdir. Daha önce Bedir olayında da savaştan önce böyle bir güven uykusu gelmişti (bk. Enfâl 8/11). Uhud’da ise savaş esnasında veya savaştan hemen sonra daha savaş alanında iken müslümanlar böyle bir ilâhî lutfa mazhar oldular.
Savaşa katılanlardan bir grup ise canlarının derdine düşüp kendilerinden başka bir şey düşünmüyorlardı. Bunlar, her ne kadar mümin görünüyorlarsa da gerçekte inanmamış oldukları için dini ve Hz. Peygamber’i savunmak gibi bir kaygıları bulunmayan münafıklardı. Savaşa sırf ganimet almak veya fitne çıkarmak maksadıyla katılmışlar, ancak büyük bir kısmı daha savaş başlamadan Abdullah b. Übey ile birlikte geri dönüp gitmiş; gidemeyenler ise müminlerin içinde kalmışlardı. Ancak müminleri huzura kavuşturan uyku bunları sarmamış, dolayısıyla korkuları arttıkça artmıştı. Savaşın seyri müminlerin aleyhine döndüğü için onlardan intikam alırcasına duygularını ortaya koyuyor ve Câhiliye kafasıyla haksız yere Allah hakkında kötü şeyler düşünüyor ve Hz. Muhammed’in peygamberliği hakkında tereddüt uyandıracak sözler söylüyorlardı (Cahiliye kavramının anlamı için bk. Mâide 50 ve Furkan 25/63-66’nın tefsiri).
Münafıkların “Bu işten bize ne” sorusundan anlaşıldığına göre onlar, düşmanla meydan savaşı yapma hususunda alınan kararın hatalı olduğuna, bu kararda kendilerinin sorumluluğu bulunmadığına, savaşın planlanmasında görüşlerine uyulmadığına, dolayısıyla elde edilen bu sonuçtan sorumlu olmadıklarına, sorumluluğun meydan savaşını isteyen müminlere ve onların sözünü dinleyen Hz. Peygamber’e ait olduğuna işaret etmek istemişlerdir. Nitekim münafık Muattib b. Kuşeyr’in, Hz. Peygamber’in yanında açığa vurmayıp münafıkların arasında söylediği “Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik” ifadesinden de bu anlaşılmaktadır (Taberî, IV, 142-143; Kurtubî, IV, 242). Oysa Hz. Peygamber, münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy’i istişareye çağırmış, kendisi de onun görüşü doğrultusunda görüş beyan etmişti. Ancak gençler, düşmanı Medine dışında karşılamayı uygun gördükleri için karar onların görüşü doğrultusunda alınmıştı. Bu sebeple münafıkların böyle bir bahane ile Hz. Peygamber’e karşı itiraz hakları olmadığı gibi onu istibdat ile de suçlayamazlardı.
Başka bir görüşe göre âyetin ilgili kısmı şöyle yorumlanmıştır: Münafıklar Hz. Peygamber’e, “Bu işten bize bir yarar var mı?” diyerek bu savaşta kendileri için herhangi bir çıkar bulunmadığını vurgulamak istemişler; kendi aralarında da “Bu işten bizim bir çıkarımız olsaydı burada öldürülmezdik” demişlerdir (Şevkânî, I, 436).
Süleyman Ateş’e göre “Bu işte bizim görüşümüz alınsaydı burada öldürülmezdik” diyenler münafıklar değil samimi müminlerden bir gruptur. Ona göre münafıklar savaşa katılmamışlardır, oysa bunlar savaş anında söylenmiş sözlerdir. Savaşın dehşetinden sarsılan bazı müminlerin içlerinde böyle düşünceler belirmiştir. Zira bu sözleri söyleyen kimselerin affedildiği bildirilmektedir. Halbuki münafık nifak içinde kaldığı sürece affedilmez (II, 122).
Kanaatimizce Ateş’in bu görüşü isabetli değildir. Çünkü bir grup münafık müminlerin içinde kalarak savaşa katılmıştı. Bu sözü onların söylemiş olma ihtimali daha kuvvetlidir. Bir sonraki âyette affedildikleri bildirilenler ise münafıklar değil şeytanın vesvesesine aldanıp savaş yerinden ayrılan müminlerdir. Ayrıca Allah ve Peygamber uğrunda canı dahil her şeyini feda edecek derecede samimi müminlerin böyle bir söz söylemeleri mümkün değildir.
Münafıkların bu tutumlarına karşılık yüce Allah, “De ki: İşin tamamı Allah’a aittir” buyurarak emir ve iradenin kendisine mahsus olduğunu, galibiyet veya mağlûbiyetin ezelde takdir ettiği ilâhî kanunlarına uygun olarak meydana geldiğini ve geleceğini vurgulamakta; ölenlerin de yine Allah tarafından takdir edilmiş ecelleriyle öldüklerini, eceli gelenlerin evlerinden çıkmasalar bile ölümden kurtulamayacaklarını, her insanın ölümü nerede takdir edilmişse gidip orada öleceğini bildirmektedir. Ayrıca âyette bu olayların bir hikmete binaen cereyan ettiği, bunlarla müminlerin denendiği ve kalplerinde olan kötü düşüncelerin temizlendiği ifade buyurulmuştur. Şüphe yok ki insanların gerçek şahsiyetleri güç olaylar karşısında ortaya çıkar. Nitekim Uhud Savaşı’nda da böyle olmuş, bu imtihan neticesinde insanların gerçek yüzleri ortaya çıkarılmıştır. Kalplerdeki sırları dahi bilen yüce Allah’ın insanları imtihan etmesi, onların iç yüzlerini bilmediğinden değildir. Savaşlarda alınan yenilgiler, yaşanan acılar insanların kendilerini sorgulamalarına, hatalarını görmelerine ve durumlarını düzeltmelerine yardımcı olur. Bu sebeple âyette Allah’ın Uhud’da olup bitenlerle müminleri deneyip kalplerindeki yanlış düşünce ve duyguları temizlemeyi murat ettiğine işaret edilmektedir.
Her şeyin yüce Allah’ın takdiriyle cereyan etmiş olması, bizim sebeplere sarılmayı ihmal etmemizi gerektirmez. Çünkü kazâ ve kaderin nasıl olduğunu, nerede, ne zaman ve ne şekilde tecelli edeceğini bilemeyiz; biz olayı ancak meydana geldikten sonra bilebiliriz. Biz çalışmakla ve sebeplere sarılmakla görevliyiz. Bütün gayretlerimize rağmen istediğimizi elde edemediysek o zaman Allah’ın takdirinin bizim isteğimize aykırı olduğuna inanır ve ona teslim oluruz. Bu durumda da sorumlu olmayız.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 693-696
 
Geri
Üst