• Eğitim sadece okula gitmek ve bir derece kazanmakla ilgili değildir. Bilginizi genişletmek ve yaşam hakkındaki gerçeği almakla ilgilidir. – Shakuntala Devi

Nisâ Suresi Tefsiri

Kemal Ayhan

Administrator
Yönetici
Nisâ Suresi

Hakkında​

Medine döneminde inmiştir. 176 âyettir. Sûre, özellikle kadın haklarından,onların hukûkî ve sosyal konumlarından bahsettiği için bu adı almıştır. “Nisâ” kadınlar demektir.

Nuzül​


Mushaftaki sıralamada dördüncü, iniş sırasına göre doksan ikinci sûredir. Mümtehine sûresinden sonra, Zilzâl’den önce inmiştir. Bakara, Enfâl, Âl-i İmrân, Ahzâb ve Mümtehine sûreleri Medine’de Nisâ’dan önce nâzil olmuştur. Sûrenin, hicretten sonra 5 veya 6. yılda Müreysî Gazvesi’nde dinî hükümler ve uygulamalar arasına girdiği bilinen teyemmüm âyetini ihtiva etmesi, ağırlıklı olarak bu yıllarda indiğini düşündürmektedir. Buhârî’de yer alan (“Ferâiz”, 14) Nisâ sûresinin 176. âyetinin Kur’an’ın son âyeti olduğu yönündeki rivayet dikkate alındığında, başka bazı sûreler gibi bunun da nüzûlünün geniş bir sürede tamamlandığı söylenebilir.
Sûrenin hicret günlerinde veya Mekke’de nâzil olduğunu ifade eden rivayetler zayıf bulunmuştur. “Ey insanlar!” hitabıyla başlayan sûrelerin Mekke’de vahyedildiği yönündeki kabulden hareketle ileri sürülen son iddiaya şöyle karşı çıkılmıştır: Medine’de geldiği bilinen birçok âyette benzer hitaplar bulunmaktadır ve Medine’de “ey insanlar!” denildiğinde bununla yalnızca Medineliler kastedilmez; dolayısıyla bu hitap Mekke’de inişin işareti değildir (İbn Âşûr, IV, 212).




Konusu​


Kur’an-ı Kerîm’in özü ve özeti olan Fâtiha sûresinde müminler, “(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet” (1/5-6) diyorlardı. Bu sûrede, Fâtiha’da yer alan ilkelerin –daha ziyade kulluk ve doğru yolla ilgili– detayları üç ayrı alanda verilmektedir:
a) Kadın-erkek ilişkisi ve aile hayatı. Bu alanla ilgili olarak bütün insanların aynı kökten geldiği, kadının da aynı nefisten yaratıldığı, insanların hemcinslerine iyi davranmaları, erkek ve kadın her insanın hayata başladıkları koruyucu ve besleyici yatak olan ana rahmini ve akrabalık ilişkisinin doğurduğu hakları unutmamaları gerektiği bildirilmiş; akraba, eş, analı-babalı, yetim, hür ve câriye olarak kadınların hakları, aile hayatının kuralları ve miras hükümleri açıklanmış, gerektiği yer ve durumda hükümler müeyyidelere bağlanmıştır.
b) Kur’an-ı Kerîm’in inanan muhatapları, kadın-erkek ve aile ilişkilerinde Allah’a kulluk edecekleri gibi inanan ve inanmayan diğer insanlarla ilişkilerinde de Allah’a kul olma şuurunu koruyacak, O’nun tâlimatına uygun davranacaklardır. Bu alana ait olmak üzere sûrede canın, malın ve mülkiyetin korunması, bunlara karşı yapılan tecavüzlerin cezalandırılması; adalet, iyilik, yardımlaşma, emanete riayet edilmesi gibi konulara ve hükümlere yer verilmiş; müminlerle “münafıklar, yahudiler ve müşrikler” arasındaki ilişkilere ait kaide ve hükümler getirilmiş; hicretin hükmü açıklanmış ve câhiliye izlerinin silinmesi teşvik edilerek alkollü içki kullanımının yasaklanmasına ilk adımlar atılmıştır.
c) Üçüncü olarak da çeşitli âyetlerde vakit namazı, korku namazı, namaz için gerekli bulunan temizlik (tahâret) gibi ibadetlere, ferdî ve sosyal ahlâk kurallarına yer verilmiş; böylece sosyal kurallar, düzenlemeler ve kurumlardan maksadın sağlıklı bir “Allah-kul ilişkisi” kurmaya, yalnızca Allah’a kul olmak isteyenlerin önündeki engelleri kaldırmaya yönelik olduğuna işaret buyurulmuştur.
 

Nisâ Suresi 1. Ayet Tefsiri​


Ayet​


  • يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذٖي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالاً كَثٖيراً وَنِسَٓاءًۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّذٖي تَسَٓاءَلُونَ بِهٖ وَالْاَرْحَامَؕ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقٖيباً
    ﴿١﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾1﴿
Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten sakının. Adını anarak birbirinizden dilek ve istekte bulunduğunuz Allah’a saygısızlıktan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Kur’an-ı Kerîm’de “ey insanlar!” hitabının hedef kitlesi yalnızca müminler değil, bütün insanlardır. Bu sebeple âyette “Allah’a saygısızlıktan sakının” yerine “Rabbinizden sakının” meâlinde bir ifade kullanılmıştır. Bunu, insanların yaratıcı ile kulluk ilişkisine “Allah ve ilâh”, insan olarak yaratılma ve geliştirilme ilişkilerine ise rab isminin uygun düşmesiyle izah etmek mümkündür. Zira bu isim, yaratmayı ve yaratılana belli özellikler içinde var oluş imkânı vermeyi ifade etmektedir.
Hitabın, arkadan gelecek hükümler bakımından, hiçbir fark gözetmeksizin bütün insanları hedeflemiş olmasının ikinci delili de insanlar arasındaki ilişkilere –biri geniş, diğeri nispeten dar olan– iki unsuru temel kılmış olmasıdır: a) Bütün insanların asıl maddesi, özü olan “nefis”, b) İlk rahimden (bütün insanların annesi olan Havvâ’nın rahminden) son rahime (her bir insanın annesinin rahmine) kadar gelen rahimler. Yaratanı bir, özü ve aslı bir, ilk oluşta anası babası bir, sonraki oluşlarda da soyu ve ailesi bir olan insanların yalnızca bu birlikten kaynaklanan birtakım hakları ve ödevleri (bu mânada insan hakları) olacaktır, olmalıdır; Nisâ sûresi de bu hakların ve ödevlerin önemli bir kısmını açıklamak üzere indirilmiştir.
Kur’an’da nefis (çoğulu enfüs), “insan, insanın veya başka bir şeyin kendisi, insanın hayatta iken insan olmasını sağlayan (insanın onun sayesinde, ona sahip olduğu için insan olduğu), ölünce de ebedî varlığını devam ettiren unsuru” mânalarında kullanılmıştır. Bazı âlimler, filozoflar ve sûfîler ruh ile nefsi aynı varlığın iki adı olarak açıklamışlar (meselâ bk. Gazzâlî, İhyâ’, III, 2 vd.), bazıları ise nefis ile ruhu farklı mahiyetler olarak tanımlamışlardır. İkinci tanımlamaya göre Allah Teâlâ her bir insan için tıpkı bedeni gibi bir de nefis yaratır, Şah Veliyyullah’ın “neseme” adını verdiği bu nefis, insanın hayatı boyunca yapıp ettiklerine göre mânevî bir yapı ve kişilere göre farklı özellikler kazanır. Ruh ise şahsî değil umumidir; tek bir enerji merkezinden gelip ampulleri aydınlatan elektrik gibidir ve ilâhîdir, Allah’a aittir, “halk âlemi”ne değil “emir âlemi”ne dahildir, nefis için Allah’ın rızâsına götüren yolu aydınlatır veya onu bu yola çeker. İnsanın tabiatında ve yapısında Allah’ın rızâsına aykırı yola çeken güçler de (heyecanlar, güdüler, ihtiyaçlar) vardır, ayrıca şeytanın da işi, insanı Allah yolundan saptırmaya çalışmaktır. İnsan (nefis), aldığı eğitim ve iradesi sayesinde bu iki çekim merkezi arasında mücadele ve imtihan vererek dünya hayatında kulluğunu ve tekâmülünü gerçekleştirmeye çalışır; “emmâre” (kötüye çeken, kötüyü emreden) nefis olmaktan kurtularak, “levvâme” (kendini tenkit eden, kınayan), “mülheme” (ilâhî ilhama mazhar olan), “mutmainne” (şüphelerden ve geçici zevk bağımlılığından kurtularak huzura eren), “râdıye” (Allah’ın takdirine razı olan), “merdıyye” (Allah’ın rızâsına mazhar olan) nefis basamaklarına veya derecelerine tırmanmak için çabalar (Şah Veliyyullah, et-Tefhîmâtü’l-ilâhiyye, I, 222; II, 216 vd.; Hüccetullâhi’l-bâliga, I, 38-40, 58-61).
Âyette önce “sizi bir tek nefisten yaratan” denilmiş, sonra “ondan da eşini yaratan” buyurulmuştur; insanlardan her birinin babası ve anası bulunduğuna, her birey üreme kanunları çerçevesinde meydana geldiğine göre burada “nefisten, ondan yaratan” sözünü “onun bir parçasından” (meselâ kaburgasından) şeklinde değil, “onun özünden, ona benzer (misli) olan asıldan ve kökten (buradaki ifadeye göre nefisten) yaratan” şeklinde anlamak gerekir. Nitekim “Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden (nefislerinizden) eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O’nun kanıtlarındandır” meâlindeki âyette de bu kelime aynı mânada kullanılmıştır (Rûm 30 /21). Nahl (16 /72) ve Şûrâ (42/11) sûrelerinde de benzer ifadeler vardır. Bütün bu âyetlerde “nefsinden yaratmak”, “vücudunun bir parçasından yaratmak” mânasında değildir. Buna göre meâli ve numaraları verilen âyetler, Havvâ’nın aslının, Âdem’in kaburgası olduğu şeklindeki yaygın inancın delili olamaz. Havvâ’nın veya kadınların eğri kaburgadan yaratıldığını ifade eden hadisler, kadınla erkeğin tabii (fıtrî) olan ve değişmemesi gereken farklılıklarını ve özelliklerini anlatmak üzere yapılmış bir benzetmedir, mecazî bir anlatımdır. Nitekim bazı rivayetlerde açıkça “Kadın kaburga gibidir” buyurulmuştur (Buhârî, “Nikâh”, 79, 80; Müsned, V, 151). Hadislere göre kadınları erkeklere benzetmeye, tabii özelliklerini yok etmeye kalkışmak, eğimli yaratılmış kaburga kemiğini düz hale getirmeye uğraşmak gibidir. Kaburga ancak kavisli olduğunda uygun, sağlam ve kâmildir, fonksiyonunu yerine getirir; düz olsaydı akciğerin şekline uymaz ve onu koruyamazdı. Şu halde onu düzeltmeye çalışmak bozmaya ve kırmaya çalışmak demektir.
Âdem ile Havvâ yaratıldıktan sonra bunlardan birçok erkek ve kadının meydana getirildiği ve yeryüzüne dağıtıldığı ifade buyurulmaktadır. Bazı müfessirler dünyada yalnızca bir erkekle bir kadının bulunduğu bir zamanda bunların çocuklarının nasıl çocuk meydana getirebilecekleri üzerinde durmuş ve “birinci batında ikiz doğan bir erkek ve bir kızın, ikinci batında yine ikiz doğan bir kız ve bir erkekle evlendiklerini, o tarihte başka yolu bulunmadığı için Allah’ın farklı batınlarda doğan kardeşler arasında evlenmeyi câiz kıldığını ifade etmişlerdir (Tabâtabâî, IV, 146). Bize göre böyle bir tasavvur zaruri değildir; çünkü Allah Teâlâ’nın insanı nasıl yarattığını açıklayan âyetlerde topraktan, çamurdan, nefisten ve Allah’ın ruhundan üflemesiyle yaratıldığı kayıtları ve şekilleri vardır. Son şekil Hz. Îsâ’nın yaratılmasıyla ilgilidir. Meryem, bir erkekle beraber olmadan Allah’ın ruhundan üflemesi (Enbiyâ 21/91; Tahrîm 66/12) ve bunun açıklaması mahiyetinde olan “ruhun insan şekline bürünüp Meryem’e görünmesi”yle (Meryem 19/17) hamile kalmış ve Allah’ın ona ulaştırdığı bir “kelimesi” (Nisâ 4/171) olarak Hz. Îsâ’yı doğurmuştur. Kezâ Hz. Zekeriyyâ bir zürriyet vermesi için rabbine dua etmiş, rabbinin de duasını kabul ederek Yahyâ’yı ona vereceğini müjdelemesi üzerine “kendisinin yaşlandığını, eşinin de çocuktan kesildiğini” ifade ederek bunun nasıl olacağını sormuştu. Rabbinin ona cevabı şöyle olmuştur: “İşte böyle; Allah dilediğini yapar” (Âl-i İmrân 3/40); “... O, bana kolaydır; daha önce, sen hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım” (Meryem 19/9). Hz. Âdem’in yaratılmasında ana da yoktur baba da; Hz. Îsâ’nın yaratılmasında yalnızca ana vardır; Hz. Yahyâ’nın yaratılmasında ana ve baba vardır, fakat çocuk yapma kabiliyetleri mevcut değildir. Kur’an-ı Kerîm’de ve sağlam rivayetlerde “kardeşlerin birbiriyle evlendikleri” bilgisi verilmediğine göre ilk yaratılan erkekle kadından birçok erkek ve kadının türetilmesinin nasıl olduğunun bilinmediğini, yukarıda zikredilen şekillerden birine göre veya bir başka şekilde yaratma ve çoğaltmanın olabileceğini ifade etmek bize daha uygun görünmektedir.
Akrabalık bağının (sıla-i rahim) hakkını vermemekten sakınmanın, Allah’ın emirlerine aykırı davranmaktan sakınma ile beraber zikredilmesi İslâm’da akrabalık ilişkisine ne kadar önem verildiğine güçlü ve açık bir işaret teşkil etmektedir. Ayrıca bu giriş, sûrede “ana, kız kardeş, eş” gibi sıfatlarla erkeğe bağlı (aralarında akrabalık veya akid ilişkisi bulunan) kadınların haklarına riayet edilmesi gerektiğine ve bunun Allah’ın emirlerine riayet mahiyetinde olduğu hükmüne de işaret etmekte, gelecek hükümler için mânevî bir müeyyide sağlamaktadır.
 
Nisâ Suresi - 2 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاٰتُوا الْيَتَامٰٓى اَمْوَالَهُمْ وَلَا تَتَبَدَّلُوا الْخَبٖيثَ بِالطَّيِّبِࣕ وَلَا تَأْكُلُٓوا اَمْوَالَهُمْ اِلٰٓى اَمْوَالِكُمْؕ اِنَّهُ كَانَ حُوباً كَبٖيراً
    ﴿٢﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾2﴿
Yetimlere mallarını verin, temizi pis olanla değişmeyin, onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin; zira bu büyük bir günahtır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


İnsanoğlunun dünya hayatında mutluluğu bulabilmesinin ve yaratılış amacını gerçekleştirmesinin maddî şartları arasında ikisinin önceliği vardır: a) Aile ve cemiyet içinde sağlıklı, dengeli ve düzenli insanî ilişkiler, b) Âdil ve mâkul bir insan-servet ilişkisi. 1. âyette önemle tavsiye edilen aile ve akrabalık bağlarına riayetin tabii sonuçları olarak, 2. âyetten 6. âyetin sonuna kadar geniş ailede yetimlerin haklarından söz edilmiş, velisiyle yetim arasındaki şahsî ve malî tasarruf ilişkisi kaidelere bağlanmıştır. Aradaki iki âyette evlilik ve mehir konularına temas edilmiştir. Ancak bu temas, yetimlerin hukuku ile ilgili kaideler koyma ve tavsiyelerde bulunma iradesinden doğduğu için dolaylı olmuştur, yani meşhur teaddüd-i zevcât (birden fazla kadınla evlenme) izni doğrudan hüküm konusu olmamış, yetimlerin haklarını korumak için bir araç olarak ve bu münasebetle zikredilmiştir. 7. âyetten itibaren de servet dağılımının en önemli unsurlarından biri olan miras hükümlerine yer verilecektir.
İnsanoğlu bugüne kadar savaşa, tabii felâketlere ve ölüme çare bulamamıştır. Bir gün savaşa çare bulsa ve devamlı bir barış ortamı sağlasa bile dünya hayatını, diğer ikisiyle beraber yaşayacağı anlaşılmaktadır. Savaşlar, tabii felâketler ve ölümler arkada babalarını ve analarını kaybetmiş çocuklar bırakmaktadır. Babasını kaybeden her çocuk (yetim) şahsı ve malları için bir koruyucuya, eğitici ve temsilciye muhtaç olur, işte bu koruyucu ve temsilciye veli denir. Velinin vazifesi yetimi görüp gözetmek, onun şahsî ve malî menfaatini kollamaktır: Yetimi himayesi altına alan, koruyup yetiştiren kimselere Resûlullah’ın, cennette kendileriyle beraber olacağı müjdesi vardır (Buhârî, “Talâk”, 25, “Edeb”, 24; Müslim, “Zühd”, 42). Bunu yapmayan, üstelik yetim malını yemeye, gasbetmeye, onu kendine ait kötü malla değiştirmeye kalkışan veli, görev ve yetkisini kötüye kullanmış, emanete hıyanet etmiş olmaktadır. “Temizi ve iyiyi, pis ve kötü olanla değiştirme”nin bir başka şekli de helâli bırakıp haram olanı, hakkı olmayan şeyi almak ve yemektir, haramdan yararlanmaktır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 14-15
 
Nisâ Suresi - 3 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا تُـقْسِطُوا فِي الْيَتَامٰى فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَٓاءِ مَثْنٰى وَثُلٰثَ وَرُبَاعَۚ فَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْؕ ذٰلِكَ اَدْنٰٓى اَلَّا تَـعُولُواؕ
    ﴿٣﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾3﴿
Yetimlerin hakkına riayet edemeyeceğinizden korkarsanız, beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Haksızlık etmekten korkarsanız tek kadın veya mülkiyetinizde bulunan câriye ile yetinin; bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Yetimler çoğu defa velileri tarafından evlendirilmekte, damat adayı ve evlilikle ilgili olarak ileri sürülen şartlar konusunda da velilerin isteği belirleyici olmaktadır. Yetim bir başkasıyla evlendirilirken onun menfaatinin koruyucusu velidir. Eğer aralarında dinen evlenme engeli bulunmayan yetim bir kız ile velinin kendisi evlenmek isterse bu takdirde onun koruyucusu yoktur, zira şartları belirlemek de –aynı zamanda evlenme akdinin diğer tarafı olan– veliye kalmaktadır. Bu durumda hakkın kötüye kullanılması, yetimlerin hukukunun zayi olması ihtimali artacağından velilere, adaletten sapma riski karşısında, himayeleri altında bulunan yetim kızlarla evlenmek yerine, başka kadınlarla evlenmeleri tavsiye edilmekte; “ikişer, üçer, dörder” demek suretiyle de dünyada evlenilecek kadınların tükenmediğine, velâyeti altındaki yetim kızlar dışında birçok kadının bulunabileceğine işaret buyurulmaktadır. Hz. Âişe’nin “yetimlerin hakkına riayet edemeyeceğinizden korkarsanız...” meâlindeki âyetin geliş sebebi olarak zikrettiği yaygın âdet ve sorular, yukarıdaki açıklamanın tarihî bir vâkıa olduğunu göstermektedir. Buna göre veliler ya mallarına göz koydukları için –istemedikleri, sevmedikleri halde– himayeleri altındaki yetimlerle evleniyorlardı yahut da isteyerek evleniyor, fakat mehirlerini ve çeyizlerini emsaline göre eksik belirliyorlardı (Buhârî, “Tefsîr”, 4/1).
Âyetin dolaylı olarak temas ettiği birden fazla kadınla evlenme (teaddüd-i zevcât, polijeni) imkânı ve âdeti, İslâm’ın geldiği çağdan çok öncelere uzanmaktadır. O çağlarda Mısır, Hindistan, Çin ve İran’da, eski Yunan ve Roma toplumlarında, yahudilerde ve Araplar’da ya nikâhlamak ya da evde veya evin dışında bir yerde dost tutmak suretiyle erkekler, birden fazla kadınla evlilik yapıyor veya evliliğe benzer ilişkiler yaşıyorlardı. Bu devirlerde birden fazla kadınla evlenmenin çeşitli sebepleri vardı. İslâm’ın geldiği bölgede özellikle köylerde ve dağ başlarında yaşayan bedevîlerin çok kadınla evlenmelerinin baş sebebi, hem düşmana karşı korunmanın, hem de çevresi üzerinde hâkimiyet sağlamanın güçlü ve muharip nüfusa ihtiyaç göstermesidir. Diğer sebepler arasında kırsal hayatın güçlüğü ve birçok emekçiyi gerekli kılması, kabileler arasında sürüp giden savaşların, yağma, baskın ve talan hareketlerinin çok sayıda erkek ölümüne sebep olması, bunun sonucu olarak da kadın-erkek arasındaki sayı dengesinin erkek aleyhine bozulması gösterilebilir.
Şu halde erkeğin birden fazla kadınla evlenme imkân ve uygulamasını İslâm getirmemiş, mevcut uygulamayı belli şartlara ve hukuk kurallarına bağlamak suretiyle iyileştirerek devam ettirmiştir. Devam ettirirken de iki durumu birbirinden ayırmış olduğu söylenebilir: a) Henüz evlenmemiş olanlara –bu âyette– bir kadınla yetinmeleri tavsiye edilmiş, birden fazla kadınla evli olanlar için adalete riayet edememe tehlikesinin bulunduğu, bundan uzak kalmanın en uygun yolunun ise bir kadınla evlenmek olduğu dile getirilmiştir. b) 129. âyette ise birden fazla kadınla fiilen evli olanlara hitap edilmiş, birden fazla kadın arasında adalete tam riayetin mümkün olmadığı bir kere daha hatırlatıldıktan sonra hiç olmazsa adaletsizlikte, farklı ilgi ve muamelede ölçünün kaçırılmaması istenmiştir.
Beşerî sistemler köklü değişikliklere uğratılarak amaca uygun hale getirilirler. İslâm’da bir bütün halinde köklü değişim söz konusu değildir, onda değişmez kurallar vardır. Ancak bir kural, bir hüküm uygulandığında tabiî olmayan olumsuz bir sonuç doğuyorsa uygulamayı durdurma imkânı da mevcuttur. Bu cümleden olarak, tarihî ve sosyal şartlara bağlı bir cevazdan (izin, serbest bırakma) ibaret olan çok kadınla evlilik, genellikle kötüye kullanıldığı ve olumsuz sonuçlar doğurduğu takdirde, müslümanların veya yetkili temsilcilerinin kararıyla engellenebilir. Bu tasarruf, Allah’ın hükmünü değiştirme anlamına gelmez. Bu, tıpkı şartlarını yerine getirememekten korkan ferdin tek kadınla evli kalmayı yeğlemesi gibidir; şartları oluşursa ruhsat da geri döner (bu konuda yapılan tartışmaların iyi bir özeti için bk. İbn Âşûr, IV, 226-229; Tabâtabâî, I, 195-209).
“Mülkiyetinizde bulunan câriye ile yetinin” tavsiyesi de yetimlerin ve kadınların haklarına riayet gerekçesine dayanmaktadır; ancak bunda câriyelerin de menfaati vardır. Allah Teâlâ önce aile bağı içinde hür kadınlara ve yetimlere yapılan haksızlıkları ortadan kaldırmayı murat etmiş, bunu sağlayacak hukukî düzenlemelere ışık tutmuştur. Aynı zamanda ve bir çırpıda kölelik ve câriyeliği kaldırmak hikmete uygun bulunmadığından bunu da zaman içinde kaldırmanın çok yönlü tedbirlerini vahyetmiştir. Kefâretler, ibadet sayılarak teşvik edilen ihtiyarî âzat etmeler, kölelere tanınan çeşitli haklar, onların özgürlüklerini kazanmaları konusunda kendilerine maddî yardım yapılması yönündeki teşvikler, köleliğin kaynaklarını kurutmaya yönelik yasaklar bu tedbirler arasındadır. Yetimlerin ve hür kadınların haklarına riayet edememekten korktuğu için sahip olduğu câriye ile evli gibi yaşayacak olan müminin avantajı, câriyenin hür kadınlara nisbetle daha az hakka sahip bulunmasıdır. Bu tavsiyenin, câriye lehine olan yanı ise bir aile kadını olmak ve çocuk doğurması halinde, alınır-satılır bir câriye olmaktan kurtulmaktır. Çünkü İslâm’ın getirdiği bir ıslahat olarak sahibinden çocuğu olan câriye “çocuk annesi” (ümmü’l-veled) adını almakta, artık evden ve elden çıkarılması câiz olmamakta, kocası ölünce de tamamen hürriyete kavuşmaktadır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 15-17
 
Nisâ Suresi - 4 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاٰتُوا النِّسَٓاءَ صَدُقَاتِهِنَّ نِحْلَةًؕ فَاِنْ طِبْنَ لَكُمْ عَنْ شَيْءٍ مِنْهُ نَفْساً فَكُلُوهُ هَنٖٓيـٔاً مَرٖٓيـٔاً
    ﴿٤﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾4﴿
Kadınlara mehirlerini borcunuzu öder gibi verin. Eğer onun bir kısmını size gönül rızasıyla verirlerse onu da âfiyetle yiyin.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Mehir, sadâk, nihle, ecir (çoğulu ücûr) kelimeleri, evlenme akdinde erkeğin kadına verdiği (muaccel) veya borçlandığı (müeccel) malı ve meblağı ifade eder. Bazı toplumlarda erkekler kadınları zorla alırlardı; sonra velilerine (yakın akraba olan erkeklere) bir ödeme yaparak kadınlarla evlenme yoluna gidildi. Ülkemizin bazı yörelerinde âdet olan başlık ödemesi bu uygulamanın bir kalıntısıdır. İslâm bunları ortadan kaldırdı, velilerin bir mal veya meblağ karşılığında velâyetleri altındaki kızları kocaya vermelerini yasakladı. Bunun yerine, bir karşılık beklemeden, alım-satım mahiyetinde olmaksızın, kocanın eşine bir hediye vermesini veya borçlanmasını gerekli kıldı, bu “gerekli hediye”nin adı da –en yaygını mehir olmak üzere– yukarıdaki kelimelerle ifade edildi.
Kadınların zayıflığından istifade ederek borçlandıkları mehri ödemeyen veya verdiklerini geri alan erkekler de bulunduğu için âyette “Kocaları eşlerine versin” gibi bir ifade yerine “Kadınlara mehirlerini verin” ifadesi tercih edilmiş, bu hakkın yerine getirilmesi bir sosyal ve hukukî vazife olarak telakki edilsin istenmiştir.
Mehir bir yandan kadınlara verilen değerin ve onlara karşı gösterilen rağbetin bir sembolü, diğer yandan da bir teminat, bir güvenlik vasıtasıdır. Mehrin teminat oluşu iki noktada kendini gösterir: a) Boşamayı güçleştirmesi. Çünkü mehir borçlanılmış ise boşama halinde erkek tarafından derhal ödenecektir, yani boşama bir malî külfet getirmektedir. Peşin ödenmiş ise yeniden evlenme yeni bir ödemeyi gerektirecektir. b) Kendi imkânlarına dayalı ekonomik yeterliği bulunmayan kadınlar için mehrin bir müddet ihtiyaç karşılama vasıtası olması. Boşanmış kadın, bu sayede yeni bir iş, eş veya himaye elde edinceye kadar aç ve açıkta kalmayacaktır.
Mehrin kocaya bağışlanması câizdir; ancak bu konuda maddî veya mânevî bir baskı yapılmayacak, bağışlama mutlak mânada gönül rızâsına dayanacaktır. Bu konuda titiz davranan bazı müctehidler, dilediği zaman kadının bağışladığı mehri geri isteyebileceğine hükmederken “rızânın devamlı olmasını” şart koşmuş gibidirler.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 17-18
 
Nisâ Suresi - 5 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلَا تُؤْتُوا السُّفَـهَٓاءَ اَمْوَالَكُمُ الَّتٖي جَعَلَ اللّٰهُ لَكُمْ قِيَاماً وَارْزُقُوهُمْ فٖيهَا وَاكْسُوهُمْ وَقُولُوا لَهُمْ قَوْلاً مَعْرُوفاً
    ﴿٥﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾5﴿
Allah’ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı aklı ermezlere vermeyin; o mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Kısıtlı olanlara ait (onların mülkiyetinde bulunan) mallar için “mallarınız” ifadesinin kullanılması “millî servet” kavramına, “geçiminize dayanak kıldığı” ifadesi de insan hayatında malın önemine işaret etmektedir. Buna benzer âyetlerle hadislerden bir dinî maksat çıkarılmıştır ki, buna malın korunması ilkesi denir. İslâm, kimin mülkiyetinde bulunursa bulunsun malda, servette diğerlerinin de hakları ve menfaatlerinin bulunduğuna, bu sebeple mülkiyetin ve malın korunması sorumluluğuna bütün toplumun katılmasının gerekli olduğuna dikkat çekmiştir.
“Aklı ermez” diye çevirdiğimiz sefîh hukuk dilinde, “harcamalarda ölçüsüz davranan, malını akıllıca kullanma yeteneğinden mahrum bulunan insan” anlamında kullanılır. Böyle kimseler için bir vasî tayin edilir. Normal durumlarda çocukların velileri aynı zamanda vasîleridir. Vasî kısıtlının malını korur ve mâkul ölçüler içinde nemâlandırır, bu arada onun ihtiyaçlarının da bu maldan karşılanmasını sağlar.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 18-19
 
Nisâ Suresi - 6 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَابْتَلُوا الْيَتَامٰى حَتّٰٓى اِذَا بَلَغُوا النِّكَاحَۚ فَاِنْ اٰنَسْتُمْ مِنْهُمْ رُشْداً فَادْفَعُٓوا اِلَيْهِمْ اَمْوَالَهُمْۚ وَلَا تَأْكُلُوهَٓا اِسْرَافاً وَبِدَاراً اَنْ يَكْـبَرُواؕ وَمَنْ كَانَ غَنِياًّ فَلْيَسْتَعْفِفْۚ وَمَنْ كَانَ فَقٖيراً فَلْيَأْكُلْ بِالْمَعْرُوفِؕ فَاِذَا دَفَعْتُمْ اِلَيْهِمْ اَمْوَالَهُمْ فَاَشْهِدُوا عَلَيْهِمْؕ وَكَفٰى بِاللّٰهِ حَسٖيباً
    ﴿٦﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾6﴿
Evlilik çağına gelinceye kadar yetimleri deneyin; eğer onların yeterli fikrî olgunluk düzeyine eriştiklerini tespit ederseniz hemen mallarını kendilerine verin, büyüyecekler de mallarını alacaklar diye o malları israf ile ve tez elden yiyip tüketmeyin. Zengin olan (veli) yetim malına tenezzül etmesin, yoksul olan da kararınca yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman yanlarında şahit bulundurun; hesap sorucu olarak da Allah yeter.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Çocukların evlenme çağına gelmeleri, normal hallerde reşîd olmalarının, yani rüşd dönemine girmelerinin de zamanıdır. Ancak evlenme yaşı geldiği halde rüşdün hâsıl olmaması veya rüşd hali görüldüğü halde yaşın gelmemiş olması da mümkündür. Bu sebeple âyet malın teslimini iki şarta bağlamıştır: a) Evlenme yaşının gelmesi. Müctehidlere göre bu, on beş-on dokuz yaşları arasında değişmekte, bazılarına göre kızlarla erkek çocuklar için farklı yaşlar öngörülmektedir. Devlet ictihadlar arasından birini seçerek kanunlaştırma ve uygulamayı buna göre yapma imkânına sahiptir. b) Fiilen rüşdün yani malı akıllıca kullanma yeteneğinin oluşması. Veliler ve vasîler uygun vasıtalarla kısıtlıları deneyecekler, rüşdün oluştuğuna kanaat getirdiklerinde şahitler huzurunda mallarını, artık reşîd olan sahiplerine teslim edeceklerdir.
Kısıtlıların malları üzerinde tasarrufta bulunan vasîlerin, ihtiyaçları bulunduğu takdirde, örfe veya kanuna göre bu maldan uygun bir pay yahut ücret almaları câizdir. İhtiyacın bulunmaması halinde hem kısıtlının hem de cemiyetin menfaatine olan bu işin ücretsiz, hasbî olarak, kamu yararı düşüncesiyle ve Allah rızası için yapılması tavsiye edilmiştir.




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 19
 
Nisâ Suresi - 7 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • لِلرِّجَالِ نَصٖيبٌ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْاَقْرَبُونَࣕ وَلِلنِّسَٓاءِ نَصٖيبٌ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْاَقْرَبُونَ مِمَّا قَلَّ مِنْهُ اَوْ كَثُرَؕ نَصٖيباً مَفْرُوضاً
    ﴿٧﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾7﴿
Anne babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere pay vardır; yine anne babanın ve akrabanın bıraktıklarından kadınlara da pay vardır; azından çoğundan, belli pay.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Nisâ sûresi, başta kadınlar olmak üzere aile fertlerinin haklarını açıklamaya devam ediyor ve bu âyetle bir Câhiliye âdetini daha kaldırarak miras paylaşımında adaletli bir düzen koyuyor. İslâm’dan önce Araplar mirastan kadınlara ve kızlara pay vermezlerdi. Vârisler ya vasiyet ile ya da –vasiyet yok ise– güç ve yaşa göre belirlenen erkeklerden ibaret idi. Doğumdan akraba olan erkeklerden başka, evlât edinme ve kan kardeşliğine benzer kardeşlik sözleşmeleri yapmak suretiyle ilişki kurulan erkekler de vâris olurlardı. Mekke döneminde uygulanması mümkün olmadığı için miras taksimiyle ilgili bir değişiklik yapılmadı. Medine’ye hicret edilince muhacirlerin birçok yakın akrabası –çoğu müşrik olarak– Mekke’de kalmış oldular. Önce Hz. Peygamber’in “her bir muhacire bir Medineli müslümanı kardeş etmesi” sonucunda doğan yakınlıkla (muâhât) karşılıklı sözleşme (muvâlât) miras hakkına sebep kılındı (bu sûrenin 33. âyeti bu geçici durumla ilgilidir). Daha sonra Mekke’de kalan akraba Medine’ye göçüp yeni doğumlarla da aileler genişleyince hedeflenen düzenleme yapıldı ve kadınlar da dahil olmak üzere belli derecelere kadar akraba olanlar birbirine vâris kılındı. İbn Abbas bu konuda şu önemli açıklamayı yapmıştır: Bu âyetler gelip durumu değiştirmeden önce miras erkek çocuğa kalırdı, ana-babaya da vasiyet yoluyla mal bırakılırdı. Müslümanlar Mekke’den Medine’ye göçünce, Hz. Peygamber’in muhacirlerle ensar arasında kurduğu kardeşlik bağlantısı sebebiyle bu iki zümre arasındaki miras ilişkisi devreye girdi. Sonra bu sûrenin 33. âyeti ve buna açıklık getiren 11 ve 12. âyetler gelince, mânevî kardeşlerin birbirine vâris olmaları hükmü kaldırılmış oldu. Artık mânevî kardeşler arasında geçerli olan ilişki iyi niyet, yardımlaşma, ikram ve istenirse vasiyet yoluyla mal bırakma şekline dönüştü (Buhârî, “Tefsîr”, 4/5, 7).
“Azından çoğundan, belli pay” ifadesi, miras az olsun çok olsun hak sahiplerinin belli paylarının bulunduğunu belirtmekte ve aşağıda açıklanacak olan miras paylarının sahiplerine verilmesi konusunda titizlik gösterilmesi gerektiğine işaret etmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 20-21
 
Nisâ Suresi - 8 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاِذَا حَضَرَ الْقِسْمَةَ اُو۬لُوا الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاكٖينُ فَارْزُقُوهُمْ مِنْهُ وَقُولُوا لَهُمْ قَوْلاً مَعْرُوفاً
    ﴿٨﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾8﴿
(Vâris olmayan) yakınlar, yetimler ve yoksullar miras taksiminde hazır bulunurlarsa bundan, onları da rızıklandırın ve onlara güzel söz söyleyin.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Bu âyet hem sosyal adalet hem de İslâm’ın insanlara telkin ettiği merhamet, şefkat, özgecilik, karşılık beklemeden yardım gibi erdemlerin benzeri bulunmaz bir başka örneğini ortaya koymaktadır. Vefat edip az veya çok bir mal bırakan kimsenin, kanunî mirasçıları yanında, mirastan payı bulunmayan uzak akrabası ve konu-komşusu, eşi-dostu arasında yoksullar ve hizmetçileri bulunabilir. Mirasçı akraba ölüm acısını –yerini doldurmasa bile– miras payı ile bir dereceye kadar telâfi ederler. Ölen kişi yakınları, sevdikleri veya velinimetleri olarak diğerlerinin de kaybıdır. İşte bu kaybı kısmen telâfi etmek ve miras paylaşımı vesilesiyle muhtaçları nasiplendirmek için âyette zikredilen kimselere mirastan pay verilmesi ve gönüllerinin alınması tavsiye edilmiştir. Bu tavsiyeye uyulduğu takdirde nisbeten uzak oldukları için mirasçı olamayan akraba ve diğer ilgililerle mirasçılar arasına soğukluk, kıskançlık, dışlanmışlık gibi olumsuz duyguların girmesi de önlenmiş olacaktır.
Bu âyetin, aşağıda gelecek olan miras âyetleriyle neshedildiğini (hükmünün kaldırıldığı) düşünenler olmuşsa da arada bir zıtlık, bir çelişki bulunmadığından; yani hem mirasçı olmayan yakınları ve yoksulları mirastan bir şeyler vererek nasiplendirmek hem de –mirasın, geri kalan büyük kısmından– mirasçıların paylarını vermek mümkün olduğundan nesih hükmüne varmak isabetli bulunmamıştır. Buhârî’nin nakline göre İbn Abbas da bu âyetin hükmünün yürürlükten kaldırılmadığını (mensuh olmadığı), uygulamaya açık bulunduğunu ifade etmiştir (“Tefsîr”, 4/3).
Uzak akrabaya ve yoksullara mirastan bir miktarın dağıtılmasının hükmü (bunun farz mı, tavsiye mi olduğu) konusu da tartışılmıştır. Mezhep imamlarının da dahil bulunduğu çoğunluk bunun farz değil, gönüllü bir tasadduk olduğunu, zekâttan başka mecburi sadaka yükümlülüğünün de bulunmadığını göz önüne alarak “Verilmesi güzel olur, menduptur” deyip âyeti böyle yorumlamışlardır. Ayrılacak bir miktarın zikredilen kimselere dağıtılmasının mecburi olduğunu söyleyen müctehidler de vardır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 22-21
 
Nisâ Suresi - 9 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلْيَخْشَ الَّذٖينَ لَوْ تَرَكُوا مِنْ خَلْفِهِمْ ذُرِّيَّةً ضِعَافاً خَافُوا عَلَيْهِمْࣕ فَلْيَتَّقُوا اللّٰهَ وَلْيَقُولُوا قَوْلاً سَدٖيداً
    ﴿٩﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾9﴿
Geriye eli ermez, gücü yetmez çocuklar bırakmış olmaları halinde onlar hakkında endişe duyacak olanların (başkalarının yetimleri için de) kalpleri sızlasın; Allah’tan sakınsınlar ve doğru söz söylesinler.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Bu vesileyle yetimler konusuna bir daha dönülmüştür. Çünkü yetimler hem miraslarını tam olarak alma hem de mallarının korunması ve reşîd olduklarında bu malların kendilerine teslim edilmesi konularında korunmaya, gözetilmeye muhtaçtırlar. Etkili olsun diye hitap, insanların vicdanlarına yöneltilmiş, “Yetimleri kendi çocuklarınız olarak düşünün” denilmek istenmiştir. Geride bıraktığı yetimlerinin haksızlığa uğrayıp perişan olmalarına kim razı olur? Veliler ve vasîler bugün başkasına olanın yarın kendilerine olacağını bilmeli, yeryüzünde haksızlık bulundukça ondan bir gün kendilerinin ve çocuklarının da zarar görebileceğini unutmamalıdırlar.





Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 22
 
Nisâ Suresi - 10 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اِنَّ الَّذٖينَ يَأْكُلُونَ اَمْوَالَ الْيَتَامٰى ظُلْماً اِنَّمَا يَأْكُلُونَ فٖي بُطُونِهِمْ نَاراًؕ وَسَيَصْلَوْنَ سَعٖيراًࣖ
    ﴿١٠﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾10﴿
Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş dolduruyorlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş dolduruyorlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir.
Kaynak :
 
Nisâ Suresi - 11-12 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • يُوصٖيكُمُ اللّٰهُ فٖٓي اَوْلَادِكُمْ لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْاُنْثَيَيْنِۚ فَاِنْ كُنَّ نِسَٓاءً فَوْقَ اثْنَتَيْنِ فَلَهُنَّ ثُلُثَا مَا تَرَكَۚ وَاِنْ كَانَتْ وَاحِدَةً فَلَهَا النِّصْفُؕ وَلِاَبَوَيْهِ لِكُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا السُّدُسُ مِمَّا تَرَكَ اِنْ كَانَ لَهُ وَلَدٌۚ فَاِنْ لَمْ يَكُنْ لَهُ وَلَدٌ وَوَرِثَهُٓ اَبَوَاهُ فَلِاُمِّهِ الثُّلُثُۚ فَاِنْ كَانَ لَهُٓ اِخْوَةٌ فَلِاُمِّهِ السُّدُسُ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصٖي بِهَٓا اَوْ دَيْنٍؕ اٰبَٓاؤُ۬كُمْ وَاَبْنَٓاؤُ۬كُمْۚ لَا تَدْرُونَ اَيُّهُمْ اَقْرَبُ لَكُمْ نَفْعاًۚ فَرٖيضَةً مِنَ اللّٰهِؕ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلٖيماً حَكٖيماً
    ﴿١١﴾
  • وَلَكُمْ نِصْفُ مَا تَرَكَ اَزْوَاجُكُمْ اِنْ لَمْ يَكُنْ لَهُنَّ وَلَدٌۚ فَاِنْ كَانَ لَهُنَّ وَلَدٌ فَلَكُمُ الرُّبُعُ مِمَّا تَرَكْنَ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصٖينَ بِهَٓا اَوْ دَيْنٍؕ وَلَهُنَّ الرُّبُعُ مِمَّا تَرَكْتُمْ اِنْ لَمْ يَكُنْ لَكُمْ وَلَدٌۚ فَاِنْ كَانَ لَكُمْ وَلَدٌ فَلَهُنَّ الثُّمُنُ مِمَّا تَرَكْتُمْ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ تُوصُونَ بِهَٓا اَوْ دَيْنٍؕ وَاِنْ كَانَ رَجُلٌ يُورَثُ كَلَالَةً اَوِ امْرَاَةٌ وَلَهُٓ اَخٌ اَوْ اُخْتٌ فَلِكُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا السُّدُسُۚ فَاِنْ كَانُٓوا اَكْثَرَ مِنْ ذٰلِكَ فَهُمْ شُرَكَٓاءُ فِي الثُّلُثِ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصٰى بِهَٓا اَوْ دَيْنٍۙ غَيْرَ مُضَٓارٍّۚ وَصِيَّةً مِنَ اللّٰهِؕ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ حَلٖيمٌؕ
    ﴿١٢﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾11﴿
Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe iki kadın payı kadar (vermenizi) emreder. (Mirasçılar) ikiden fazla kadın iseler bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, anne babasından her birinin mirastan altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da anne babası ona vâris olmuşlarsa annesinin hakkı üçte birdir. Ölenin kardeşleri varsa annesinin payı, vasiyetten ve borçtan sonra altıda birdir. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından konmuş paylardır; şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.

﴾12﴿
Yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra, eşlerinizin, çocukları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocukları varsa bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Çocuğunuz yoksa sizin de, yapacağınız vasiyetten ve borçtan sonra, bıraktığınızın dörtte biri onlarındır. Çocuğunuz varsa bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. Eğer bir erkek veya kadının, annesi, babası ve çocukları bulunmadığı halde malı (diğer) mirasçılara kalırsa ve bir erkek yahut bir kız kardeşi varsa, vasiyetten ve borçtan sonra her birinin payı altıda birdir. Bundan fazla iseler üçte bire ortaktırlar. Kimse zarar görmesin; Allah’ın hükmü budur. Allah her şeyi bilendir, hilim sahibidir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Sahâbîlerden Câbir (r.a.) hastalanmış, kendini bilmez halde yatarken Resûlullah, yanına Hz. Ebû Bekir’i de alarak onu ziyarete gitmişti. Abdest aldı, hastanın yüzüne biraz su serpti. Kendine gelen Câbir Resûlullah’a, “Malım hakkında ne yapayım?” diye sorunca miras âyetleri nâzil oldu (Buhârî, “Tefsîr”, 4/4).
İslâm hukukunda mirasın (terike) nasıl taksim edileceği geniş ölçüde Kur’an-ı Kerîm’de, bu âyetlerle sûrenin sonundaki 176. âyette açıklanmıştır. Sünnet ve icmâ delilleri de bu âyetlerde yeterince açıklanmamış olan kısımların hükmünü açıklığa kavuşturmuştur.
Ölenin anası, babası, oğlu, kızı, kardeşi gibi bazı yakınlarının hisseleri bu âyetlerde ve birkaç hadiste belirlendiği ve açıklandığı için bunlara “belli payların sahipleri” mânasında ashâbü’l-ferâiz denilmiştir. Tek başlarına olunca mirasın tamamını, bunlarla beraber olunca geri kalanı alan akrabaya ise asabe denir. Meselâ ölenin oğlu tek başına bulunsa mirasın tamamını alır, ölenin karısıyla (oğulun anası veya analığı) bulunduğu takdirde ise bunun sekizde bir hissesinden geri kalan sekizde yediyi alır. Ashâbü’l-ferâizin birbirine ve asabeye göre değişen ve paylarını etkileyen durumlarına hal denir ve böyle kırk hal vardır.
11. âyette tek kızın ve ikiden fazla kızın payları belirlenmiş, ancak iki kızın payı ifade edilmemiştir; müctehid ve müfessirler iki kızın payının da –ikiden fazlası gibi– üçte iki olduğu sonucuna varmışlardır. Çünkü âyetin başında “Erkeğe iki kadınınki kadar pay vardır” buyurulmuştur, erkeğin bu payı (ölenin bir kızı ve bir oğlu olsa oğlunun alacağı pay) üçte iki olduğuna göre –erkek bulunmadığında da– iki kadının payının üçte iki olduğu buradan anlaşılmaktadır, öteden beri uygulama da böyle olmuştur.
İlgi çekici bir husus da miras taksiminde kadının payının esas alınması ve erkeğin alacağı payın buna göre belirlenmesidir. Bu açıklama şeklinin kadının mirastan pay almasını sağlayan önemli inkılâbın pekiştirilmesine yönelik olduğu söylenebilir.
“Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilemezsiniz” ifadesi, İslâm’da miras taksiminin şahsî duygulara ve tercihlere göre değil, akrabalık bağına ve bu bağın cemiyet ve aile hayatında sağladığı faydalara göre belirlendiğini göstermektedir. Mirasın akrabalık bağına dayanması, bu bağın ise akrabalar arasında farklı düzeylerde bulunması, payların da buna göre az veya çok olmasını gerektirmektedir. “Aralarında rahim bağı bulunanlar Allah’ın hükmüne göre birbirlerine daha yakındır” (Enfâl 8/75) meâlindeki âyet de, usul veya fürû olma bakımından aynı çizgi üzerindeki (aynı derecede) yakın akrabanın uzağını mirastan mahrum edeceğine (hacb kaidesi) ışık tutmaktadır.
Miras hakkında ya kandan ve doğumdan ya da evlenmeden oluşan yakınlık esas alındığı için evlât edinme, kardeşlik sözleşmesi, sırf vasiyete dayalı miras paylaştırma usulleri ortadan kaldırılmıştır.
Miras paylaşımında kadınların yarı erkek hissesi kadar pay almaları ilk bakışta bazı kimselere ters gelmiş, “Kadının daha fazla pay alması gerekirdi” gibi düşünülmüş, müslüman olmayan bazı yazarlar da bu bakımdan İslâm miras hukukunu tenkit etmişlerdir. Halbuki konuya, İslâm’ın getirdiği yükümlülükler bütünü, nimet-külfet dengesi gibi başka unsurlar göz önüne alınarak bakıldığında bu dağıtım şeklinin adalet ve hakkaniyete daha uygun olduğu görülmektedir. Şöyle ki:
a) Bütün durumlarda kadının payı erkeğinkinin yarısı kadar değildir. Çocukları da bulunan bir ölünün mirası paylaştırılırken anası ile babası hayatta iseler bunların payları altıda birer olmak üzere eşittir. Dede ve nine de böyledir. Anası bir olan kardeşler birden fazla iseler mirasın üçte birini –erkek ve kadın– eşit olarak paylaşırlar. Bu eşit paylaştırmada ya mirasçının ölü ile ilişkisi ya da onu ölüye bağlayan vasıta göz önüne alınmıştır.
b) Aynı derecede erkekle kadın akraba yan yana geldiğinde erkeğe, iki kadın hissesi kadar pay verildiği durumlarda aile ve kamu yararı ile malî yükümlülükler göz önüne alınmış ve buna göre bir denge kurulmuştur. Bugün daha ziyade Batı toplumlarında durumun kısmen değiştiği gözlenmekte olsa bile geçmiş zamanlarda erkekler, ticarî tecrübe, bilgi birikimi ve toplumsal aktivite gibi imkân ve konumları itibariyle servetin rasyonel kullanılışına kadınlardan daha yatkın olmuşlardır. Âyette, bu gibi objektif durumlar dikkate alınarak, içinde toplumun da hakkı bulunan servetin daha çoğu üzerinde tasarruf hakkı erkeğe verilmek suretiyle bu anlamıyla servetin daha iyi korunması, idare edilmesi, aile ve toplumun ondan âzami derecede istifade etmesi amaçlanmıştır.
c) Tasarruf ve idare bakımından mirasın çoğuna erkekler hükmetmekte iseler de bizzat faydalanma bakımından kadınlar daha avantajlı durumdadırlar. Çünkü kadınlar, erkeklerin aldıklarının yarısını almakla beraber bu yarıda başkalarının –meselâ kocalarının, erkek kardeşlerinin– tasarruf, müdahale ve istifade hakları yoktur. Kadınlar bu hisseyi istedikleri gibi kullanırlar. Evlenirken düğün masrafı, mehir (kocanın karısına vereceği veya borçlanacağı teminat akçesi), evlendikten sonra ailenin geçiminin temini hep erkeğe yüklenmiştir ve bu vesileyle kadınlar, erkeklerin aldıkları mirastan da istifade etmektedirler. Hesaplandığında görüleceği üzere kadınlar, mirasın üçte birine mâlik oldukları halde faydalandıkları pay yaklaşık olarak üçte ikiyi bulmaktadır. Ayrıca erkeklerin askerlik, belli dereceye kadar muhtaç akrabanın nafakasını temin, kaza tazminatı (diyet) ödemesine katılma gibi –kadınlar için söz konusu olmayan– malî yükümlülükleri de vardır.
d) İslâm miras taksimini tenkit edenlerin dikkat etmeleri gereken bir husus daha vardır: Eski Roma, Yunan, Mısır, Hint, İran, Çin ve Arabistan’da kadınlar mirastan tamamen mahrum bulunuyorlardı; miras taksiminde ulaşılmak istenen amaç, servetin ailede kalması, başka ailelere intikal etmemesi idi. Ortaçağ’dan sonra Batı’da, kadınlarla erkeklerin mirastan eşit pay almaları için bazı hukukî düzenlemeler yapıldı, kanunlar çıkarıldı. Ancak bu defa kadınların, malları üzerinde serbest tasarruf haklarına sınırlamalar –özellikle erkeklerin izni şartı– getirildi. Buna karşı yeni zamanlarda yapılan mücadeleler sonunda genellikle elde edilen sonuç, mülkiyet ve tasarrufta eşitlik olabildi. İslâm’ın daha baştan verdiği hak ise mülkiyet bakımından kadına üçte bir olan, fakat tasarruf ve istifade bakımından üçte ikiyi bulabilen bir miras payıdır.
11 ve 12. âyetlerde birkaç kere tekrarlanan “vasiyet ve borçtan sonra” ifadesi hem bu ikisinin, taksime nisbetle önceliğine hem de önemine işaret etmektedir. Bu tâlimata göre önce ölünün borçları ödenecek, sonra vasiyeti yerine getirilecek, daha sonra da kalan miras paylaştırılacaktır. Hadisler ve icmâ, vasiyeti mirasın üçte biri ile sınırlamış, vârislere vasiyet yoluyla mal bırakmayı da yasaklamıştır. Terikenin üçte ikisi vârislerin mahfuz hisseleridir. Mûris (miras bırakan), malının üçte birinden fazlasını yabancılara (vâris olmayanlara) veya bir hayır kurumuna vasiyet etmiş olsa bile –vârisler razı olmadıkça– bu vasiyetin üçte biri aşan miktarı geçerli değildir.
Vâris olamayan akraba ile yetimlerin mirastan faydalandırılmaları, ayrıca nafaka, zekât, kurban, fıtır sadakası, üçte birle sınırlı vasiyet, ihtiyaç devam ettiği müddetçe –zekât ödenmiş olsa bile– yoksulların servet üzerinde hak sahibi olmaları ve bunlara ek olarak adaletli bir şekle sokulmuş olan miras taksimi, İslâm’ın öngördüğü sosyal adalet ve refahın sağlanmasında rol oynayan önemli kural ve kurumlardır.
13 ve 14. âyetlerde, yukarıda belirtilen buyruk, yasak ve tavsiyelerin Allah Teâlâ tarafından konulmuş sınırlar olduğu, Allah ve resulüne itaat edenlerin âhirette büyük mükâfatlara nâil olacakları, onlara itaatsizlik edip Allah’ın koyduğu sınırları aşanların ise ağır cezalara çarptırılacağı vurgulanmıştır.



Kaynak :
 
Nisâ Suresi - 13 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِؕ وَمَنْ يُطِـعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ يُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ تَجْرٖي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدٖينَ فٖيهَاؕ وَذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظٖيمُ
    ﴿١٣﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾13﴿
Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve peygamberine itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kazanç budur.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve peygamberine itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kazanç budur.
Kaynak :
 
Nisâ Suresi - 14 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَمَنْ يَعْصِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَاراً خَالِداً فٖيهَاࣕ وَلَهُ عَذَابٌ مُهٖينٌࣖ
    ﴿١٤﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾14﴿
Kim de Allah’a ve peygamberine itaatsizlik eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar, onun için alçaltıcı bir azap vardır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Kim de Allah’a ve peygamberine itaatsizlik eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar, onun için alçaltıcı bir azap vardır.
Kaynak :
 
Nisâ Suresi - 15-16 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَالّٰتٖي يَأْتٖينَ الْفَاحِشَةَ مِنْ نِسَٓائِكُمْ فَاسْتَشْهِدُوا عَلَيْهِنَّ اَرْبَعَةً مِنْكُمْۚ فَاِنْ شَهِدُوا فَاَمْسِكُوهُنَّ فِي الْبُيُوتِ حَتّٰى يَتَوَفّٰيهُنَّ الْمَوْتُ اَوْ يَجْعَلَ اللّٰهُ لَهُنَّ سَبٖيلاً
    ﴿١٥﴾
  • وَالَّذَانِ يَأْتِيَانِهَا مِنْكُمْ فَاٰذُوهُمَاۚ فَاِنْ تَابَا وَاَصْلَحَا فَاَعْرِضُوا عَنْهُمَاؕ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ تَـوَّاباً رَحٖيماً
    ﴿١٦﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾15﴿
Kadınlarınızdan çirkin fiilde bulunanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun.

﴾16﴿
İçinizden bu çirkin fiili işleyen ikilinin canlarını yakın. Eğer tövbe eder, durumlarını düzeltirlerse artık onlara eziyet etmekten vazgeçin; çünkü Allah tövbeleri çok kabul eden, çok esirgeyendir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Fuhşun çeşitlerine göre cezalarını belirleyen Nisâ ve Nûr sûrelerinin ilgili âyetleri birbirini tamamlamış; âyetlerin açıklamaya muhtaç kısımlarını da hadisler açıklamış, böylece cinsel suçlarla ilgili cezaların kaynağını sünnet ve buna dayalı sahâbe icmâı teşkil etmiştir.
“Çirkin fiil” diye tercüme ettiğimiz fâhişe kelimesi Kur’an’da, hemcinsler arasındaki cinsel ilişki için de kullanılmıştır (Ankebût 29/28). Buradan hareketle âyetler lafızlarına uygun olarak yorumlandığında 15. âyette kadınların kendi aralarında yaptıkları fuhuştan (sevicilik, lezbiyenlik), 16. âyette de erkeklerin kendi aralarında yaptıkları fuhuştan (livâta, homoseksüellik) bahsedildiği anlaşılmaktadır. Nûr sûresinin 2. âyetinde ise kadınlarla erkekler arasında yapılan fuhuş (zina) suçunun hükmü açıklanmıştır; şu halde suçların cezalarıyla ilgili hükümlerde bir değiştirme (nesih) söz konusu değildir. Nitekim İsfahanlı müfessir Ebû Müslim (ö. 323/935) âyetleri böyle anlamış, Muhammed Abduh ve Reşîd Rızâ da el-Menâr’da (IV, 438-440) bu anlayışı desteklemişlerdir. Buna göre:
a) Seviciliğin cezası kadınları evlerde hapsetmektir; “Allah’ın onlara bir yol açması” ise hallerini düzeltmeleri ve erkeklerle evlenmeleridir.
b) Livata suçunun cezası, bunu yapanlara söz ve fiille eziyet çektirmek, onlara maddî ve mânevî olarak acı vererek canlarını yakmak, böylece bu iğrenç fiili işlemekten vazgeçmelerini sağlamaktır. Ceza olarak ne söyleneceği, ne yapılacağı âyette açıklanmamış, ictihad ve uygulamaya bırakılmıştır. (Ayrıca bk. A‘râf 7/80-81)
c) Kadınla erkek arasında yapılan fuhuşun cezası ise Nûr sûresinde (24/2) açıklandığı üzere yüzer sopadır.
Bu anlayış ve yorum, âyetlerin lafzî ifadesine uygun olmakla beraber konuyla ilgili hadisler ve uygulama göz önüne alınınca birçok cevapsız soru ve çözülmemiş problem doğmaktadır. Yukarıdaki anlayışı ortaya koyanlar ve onu destekleyenler bu problemleri, ilgili hadislerin sahih olmadığını ileri sürerek veya “Hadisler daha önceki dinlere veya örfe dayalı uygulamayı aksettirmektedir, âyetler gelince bu uygulamalar terkedilmiştir” şeklinde te’viller yaparak (Ateş, II, 229) çözme yoluna gitmişlerdir. Ancak gerek homoseksüel ilişki ve gerekse evli erkeklerin ve kadınların zinası için öngörülen ağır cezaların –Nûr sûresi geldikten sonra da– asırlar boyunca uygulandığı, yüz sopa cezasının ise evlilik hayatı yaşamamış (muhsan olmayan) erkekle kadının zinasına tahsis edildiği bilinmektedir. İlgili hadislerin sahih olmadığını söylemek, hadis ve usul ilminde yerleşmiş kaidelere göre kolay ve isabetli değildir. Bu hadislerde geçen ifadeler de bu hükümleri açık biçimde içermektedir. Şöyle ki:
a) İbn Abbas, “Allah’ın açtığı yol”un, yani bununla kastedilen çözümün “Evlilerin zinası için recim (taşlayarak öldürmek), bekârların zinası için ise yüz sopa” olduğunu belirtmiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 4/1 vd.).
b) Hz. Peygamber “Allah’ın açtığı yol”un evli zânîler için recim, bekâr zânîler için ise yüz sopa olduğunu açıklamıştır (Müslim, “Hudûd”, 12-14).
c) Yine Resûlullah, Allah’tan başka tanrı olmadığına ve kendisinin Allah’ın elçisi olduğuna iman eden kimseler arasında sadece üç büyük suçtan birini işleyenlerin ölüm cezasına çarptırılacağını belirterek bunlardan birinin de zina eden “evlilik yaşamış” kadın ve erkek olduğunu belirtmiştir (Buhârî, “Diyât”, 6; Müslim, “Kasâme”, 25-26). Bu hadis evlilik hayatı yaşamış bulunan kimseler için zina cezasının ölüm olduğunu açıkça ifade etmektedir.
d) Hz. Peygamber hayatta iken, onun bilgisi dahilinde ve verdiği hükme dayanan birden fazla recim cezası uygulanmıştır. Bunların bir kısmı müslüman kadınlarla ve erkeklerle, bir kısmı ise –kendi istekleriyle bir hakim olarak Hz. Peygamber’e başvurdukları için– bu konuda onun hüküm vermesini isteyen yahudilerle ilgilidir (Müslim, “Hudûd”, 16-33; el-Muvatta’, “Hudûd”, 2-6). Yahudiler, zina eden bir kadınla erkeğin davasını Resûlullah’a getirdiklerinde o, Tevrat’ta bunun cezasının ne olduğunu sormuş, yahudiler gerçeği gizleyerek sopa cezasından bahsetmişlerdi. Yahudi iken müslüman olan Abdullah b. Selâm’ın müdahalesi ve Tevrat’taki yerini göstermesi üzerine yahudiler onu doğrulamak mecburiyetinde kalmışlar, Hz. Peygamber de gereğinin yapılmasını emretmişti (Müslim, “Hudûd”, 26). Bugün elimizde bulunan Tevrat’ta da recim cezasına yer verildiğini görüyoruz (Levililer, 20, 24/16 vd.; Tesniye, 22/13 vd.).
e) Hz. Peygamber’in irtihalinden sonra Hulefâ-i Râşidîn devrinde evlilere zina cezası olarak recim uygulanmıştır (el-Muvatta’, “Hudûd”, 9-10; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 359).
f) Hz. Ömer recim cezasının Allah Teâlâ tarafından peygamberine bildirildiğini, bunu âyet gibi okuduklarını, ihmal edilmemesi gerektiğini –önem verdiğini gösteren bir tavır ve üslûp içinde– açıklamıştır (Müslim, “Hudûd”, 15; el-Muvatta’, “Hudûd”, 9-10).
Bu açık ifadeler ve uygulama karşısında müctehid ve müfessirlerin kahir ekseriyeti, evli iken zina eden kadınların ve erkeklerin cezalarının recim olduğu hükmünde birleşmişlerdir. Buna göre eziyet etme ve hapsetme cezalarının yerine gelen sopa cezası âyetle, recim cezası ise hadisle belirlenmiştir. Âyetin âyeti neshetmesinin câiz olduğunu benimsemiş bulunan usulcülere göre burada bir problem yoktur. Ancak Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, 15. âyetin getirdiği cezanın muvakkat olduğunu (“Allah bir yol açıncaya, başka bir çözüm getirinceye kadar” buyurulduğunu) göz önüne alarak burada nesihten söz edilemeyeceğini, belli bir müddete kadar geçerli olan hükmün, o müddet dolunca zaten ortadan kalktığını, bundan sonra geçerli olacak hükmün de açıklandığını ifade etmiştir (I, 354). 16. âyete gelince buradaki hükmü değiştiren bir âyet, bir de sünnet vardır. Âyet bekâr suçlular için sopa cezasını koymuştur, sünnet ise bunu teyit ettikten sonra evlilerin zina suçu için recim cezasını getirmiştir. Burada recmi kabul edenler, zaruri olarak sünnetin âyeti neshini de kabul etmiş olmaktadırlar. Usulcülerin büyük çoğunluğu, mütevâtir (başından itibaren yalan üzerinde birleşmelerini aklın kabul edemeyeceği ölçüde çok sayıda kişi tarafından rivayet edilmiş) sünnetin âyeti neshedebileceği kanaatindedir. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî recmi bildiren hadislerin mütevâtir geldiğini ileri sürmektedir (I, 361). Bazı usul eserlerinde İmam Şâfiî’nin, sünnetin Kur’an’la neshedilebileceği kanaatinde olduğu belirtilmekle beraber, kendi eserinde sünnetin Kur’an’ı, aynı şekilde Kur’an’ın da sünneti hiçbir şekilde neshedemeyeceğini savunmaktadır (bilgi için bk Şâfiî, er-Risâle, s. 106-117; Muhammed Ebû Zehre, eş-Şâfiî, s. 260-266).
Sopa ve recim cezası gelmeden önce inen 15 ve 16. âyetlerin hükmü “kadınların veya erkeklerin kendi cinsleri arasındaki cinsî ilişkiler içindir” denildiği takdirde nesih problemi ortadan kalkar. Geriye Nûr sûresinin 2. âyetindeki sopa cezasının evli zina suçlularını da kapsamına alıp almadığı konusu kalır. “Bu âyet bekâr zina suçluları içindir” diyenler recmi getiren hadislere dayanıyorlar. Bize göre bu hadislerin uydurma olduğunu söylemek –usule göre– mümkün olmamakla beraber getirdikleri recim cezasıyla ilgili bazı sorular ve problemler de yok değildir:
a) Recim cezası İslâm’dan önce vardır ve uygulanmıştır, İslâm’ın getirdiği, başlattığı bir ceza değildir.
b) Zina cezalarının daha hafif olanları Kur’an-ı Kerîm’de yer aldığı halde recim cezasına Kur’an’da yer verilmemiştir. 25. âyette gelecek olan mümin câriyelerle ilgili “Evlendikten sonra fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınların cezasının yarısı gerekir” meâlindeki ifade, hür ve evli kadınların zina cezalarının da yüz sopa olduğuna işaret etmektedir. Çünkü yüz sopanın yarısı uygulanabilir, fakat recim (ölüm) cezasının yarısından söz edilemez.
c) Hz. Peygamber, hayatında uygulanan birkaç recim cezasında hazır bulunmamış, infazı başkalarına havale etmiştir. Suçun ispatı bu vak‘aların tamamında suçlunun itirafıyla hâsıl olmuş ve ceza, müslüman suçluların ısrarla günahtan temizlenmeyi istemeleri üzerine infaz edilmiştir.
d) “Zina ettim, beni cezalandırarak temizle” diye gelen müslümanları Hz. Peygamber önce geri çevirmiş, söylediklerini duymamış gibi davranmış, ısrar etmeleri üzerine kurtarıcı telkinlerde bulunmuş, “Deli mi, içmiş mi, yaptığı zina olmadığı halde öyle mi sanıyor?” demiş, bütün bunlara rağmen ısrar ettikleri için cezalandırma yoluna gitmiştir (Müslim, “Hudûd”, 16, 22).
e) Mâiz isimli sahâbî, infaz başlayınca can acısıyla kaçmaya başlamış; arkasından yetişen infazcılar onu öldürmüşlerdi. Dönünce durumu Hz. Peygamber’e anlatmışlar. O da “Keşke bıraksaydınız! Tövbe ediyor, Allah da onu kabul buyuruyordu” demiştir. Sahâbenin recmedilen müslümanlar hakkında ileri geri konuşmaları karşısında da, “O öyle tövbe etti ki bir ümmete paylaştırılsa her bir ferdine yeterdi” (Müslim, “Hudûd”, 22); başka bir rivayete göre, “O öyle bir tövbe etti ki, Medine halkından yetmiş kişiye paylaştırılsa –bağışlanmaları için– yeterdi” buyurmuştur (Müslim, “Hudûd”, 24). İbn Teymiyye, İbn Kayyim gibi âlimler bu hadislere dayanarak tövbe eden, kendiliğinden gelip suçunu itiraf eden suçlulara cezayı uygulayıp uygulamama konusunda ülü’l-emrin serbest olduğu sonucuna varmışlardır (İ‘lâmü’l-muvakkıîn, III, 79).
f) Recim cezasını içeren hadiste Hz. Peygamber, “... Bekârlar için yüz sopa ve bir yıl da sürgün, evli veya evlilik geçirmiş kimseler için yüz sopa ve recim” ifadesini kullanmıştır (Müslim, “Hudûd”, 12). Müctehidler bu hadiste geçen cezaların ikisi hakkında farklı görüş, anlayış ve değerlendirme ortaya koymuşlardır: 1. Kadının başka bir yere sürülmesi, 2. Recim yanında bir de sopa cezasının uygulanması. Hadiste bu iki ceza da yer aldığı halde bunlar uygulanmaz diyen müctehidler olmuştur. Hatta Ebû Hanîfe’nin, “sürgün cezasının had (değişmez, kanunî ceza) değil, uygulaması yöneticilere bırakılmış ta‘zir cezası nevinden olduğunu” söylediği nakledilmiştir (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 358); yani Kur’an’da olan ceza had, sünnetin getirdiği ilâve ceza ise ta‘zir olarak değerlendirilmiş olmaktadır.
Yukarıdaki altı madde bizi şu sonuca götürmektedir: Recim cezası –mutlaka ve değişmez olarak uygulanacak– hadlerden değildir. İslâm’dan önce de uygulandığı için ilk İslâm topluluğunun tanıdığı, yadırgamadığı, caydırıcı bulduğu bir ceza çeşididir. Bu sebeple Hz. Peygamber çok az da olsa bu cezanın uygulanmasına izin vermiştir. Sonuç olarak evlilerin zina suçlarının had nevinden cezası, bekârlarınki gibi yüz sopadır. Recim ise kamu düzeni ve suçların önlenmesi ilkelerinin gereğine göre uygulanıp uygulanmaması, usulüne göre ümmetin alacağı karara bırakılmış, ta‘zir nevinden bir cezadır. Cezaların çoğu gibi bu cezalar da ispat ve infazdan önce tövbe etmekle (pişmanlık göstermek ve ıslâh-ı hal etmekle) ülü’l-emr tarafından düşürülebilir.




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 29-33
 
Nisâ Suresi - 17-18 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • اِنَّمَا التَّوْبَةُ عَلَى اللّٰهِ لِلَّذٖينَ يَعْمَلُونَ السُّٓوءَ بِجَهَالَةٍ ثُمَّ يَتُوبُونَ مِنْ قَرٖيبٍ فَاُو۬لٰٓئِكَ يَتُوبُ اللّٰهُ عَلَيْهِمْؕ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٖيماً حَكٖيماً
    ﴿١٧﴾
  • وَلَيْسَتِ التَّوْبَةُ لِلَّذٖينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّـَٔاتِۚ حَتّٰٓى اِذَا حَضَرَ اَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ اِنّٖي تُبْتُ الْـٰٔنَ وَلَا الَّذٖينَ يَمُوتُونَ وَهُمْ كُفَّارٌؕ اُو۬لٰٓئِكَ اَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَاباً اَلٖيماً
    ﴿١٨﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾17﴿
Allah’ın kabul edeceği tövbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden pişmanlık getirenlerin tövbesidir; işte Allah bunların tövbesini kabul eder; Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.

﴾18﴿
Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çattığında “Ben şimdi tövbe ettim” diyenlerle kâfir olarak ölenler için kabul edilecek tövbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Önceki âyetin sonunda zina suçu işleyenlerin tövbesinden söz edildiği için bu iki âyette gerçek, samimi, kabule şayan tövbenin ne olduğu ve ne olmadığı açıklanmıştır. Buna göre insanlar hak dine inanan ve inanmayanlar diye ikiye ayrılır. Hak dine inanmayanların tövbesi ona iman etmektir; iman, daha önceki inkârcılıkla o hal içinde işlenmiş günahların bağışlanmasını sağlar. Hak dine inananlar bilerek ve isteyerek günah işlemiş olurlarsa bunların tövbesi de yaptıklarından pişmanlık duymaları, samimi olarak Allah’a yönelip bir daha günah işlememek üzere söz vermeleriyle gerçekleşir.
Âyette geçen “bilmeden” ifadesi, “yapılanın kötülük veya günah olduğunu bilmeden” mânasında olmayıp, “bildiği halde iradesine hâkim olamayan, bilgisini uygulamayan, nefsine uyup kötülük yapan” mânasında kullanılmıştır. İnsanlar yaşadıkları müddetçe tövbe kapısı açıktır. Ne zaman akılları başlarına gelir ve tövbe ederlerse Allah’ın, vaadinin gereği olarak bu tövbeyi kabul buyurması ve günahkâr kullarını affetmesi umulur, lutfundan beklenir. Günahkâr kişi hayatının son saniyelerine kadar tövbe etmez, dünya hayatından ümit kestikten ve gayb âlemine dahil bulunan berzah ve âhiretle ilgili bazı gerçekleri gördükten, hissettikten sonra henüz can vermeden tövbe ederse, bu tövbenin sebebi, gayba imana dayalı samimi pişmanlık olmayıp yüz yüze gelinen cezadan kurtulmaya yönelik bulunduğu, tekrar kulluk ve itaat imtihanına fırsat da kalmadığı için kabul edilmeyecektir. Kabul edilmeyen bir başka tövbe de hayatını, hak dini inkâr içinde geçirdikten sonra ölen ve âhiret âlemini gördükten sonra pişmanlık duyanların tövbesidir. Bu da gayba iman ve samimi pişmanlıktan kaynaklanmadığı için Allah tarafından kabul edilmeyecektir. Bu hükmü teyit eden başka âyetler de vardır (bk. Bakara 2/162; Âl-i İmrân 3/91).




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 34-35
 
Nisâ Suresi - 19 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا يَحِلُّ لَكُمْ اَنْ تَرِثُوا النِّسَٓاءَ كَرْهاًؕ وَلَا تَعْضُلُوهُنَّ لِتَذْهَبُوا بِبَعْضِ مَٓا اٰتَيْتُمُوهُنَّ اِلَّٓا اَنْ يَأْتٖينَ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍۚ وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِۚ فَاِنْ كَرِهْتُمُوهُنَّ فَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْـٔاً وَيَجْعَلَ اللّٰهُ فٖيهِ خَيْراً كَثٖيراً
    ﴿١٩﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾19﴿
Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmek için -evlenme ve boşanma konusunda- engel çıkarmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız, Allah’ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


“Kadınlara zorla vâris olmak” ya kendileri veya malları için söz konusu olmaktadır. İslâm’dan önce her ikisi de yapılmakta idi. Birincisi, ölen kimsenin büyük oğlunun –kendisinin öz annesi değilse– onun karısına (üvey annesi) sahip olması şeklindeydi. O dönemde ölen kişinin, karısıyla evlenecek, başka eşinden oğlu yoksa ya kadın elini çabuk tutup kaçar, baba tarafına sığınır ve kurtulurdu ya da ölenin erkek yakınlarından birisi erken davranıp gelir, kadının üzerine elbisesini atar ve böylece ona sahip olurdu. İkincisi kadının kendine değil, malına zorla vâris olmaktır. Bu da iki şekilde olmakta idi: a) Kocası karısını sevmediği ve ona ilgi göstermediği halde boşamaz, nikâhı altında iken ölmesini ve malının kendisine kalmasını beklerdi. b) Kadınları ve kızları velileri evlendirmezler, bekâr veya dul olarak vefat etmelerini ve mallarının kendilerine kalmasını isterlerdi (İbn Âşûr, IV, 283-284; Buhârî, “Tefsîr”, 4/6). Birinci uygulamayı yansıtmak için âyetin ilk cümlesini “Kadınları zorla miras olarak almayın” şeklinde tercüme etmek gerekir. Biz ikincisini esas aldığımızdan bu cümleyi “Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir” şeklinde çevirdik. Kadınlara karşı haksızlık ve zulüm demek olan bu âdetler ve uygulamalar İslâm’da kaldırılmış, haklar sahiplerine verilmiştir.
“Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça” kaydı iki şekilde anlaşılmıştır: Zina etmedikçe veya evlilik hukukuna riayetsizlik etmedikçe. Birinci yoruma göre evli kadın zina ederse kocası, ona verdiği mehir ve yaptığı masrafın bir kısmını geri alabilmek için kendisini sıkıştıracak, rahatsız edecek, fakat boşamayacaktır. Kadın bu rahatsızlık sebebiyle kocasına bir meblağ ödedikten sonra boşanma imkânını elde edecektir. Yaptığı masrafın tamamını değil de bir kısmını geri almasına izin verilmesinin sebebi, zina etmeden önce geçirilen evlilik hayatına bir bedelin ayrılmasıdır. Bazı müfessirler bu hükmün, yine zina suçuyla ilgili bulunan liân âyeti (Nûr 24/6-7) ve hadle (zina cezası) kaldırıldığını ifade etmişlerdir (İbn Âşûr, IV, 285). İspattaki güçlük sebebiyle zina cezasının uygulanmaması ve ihtiyarî olduğundan liâna da başvurulmaması hallerinde bu âyetin uygulanma sahası bulunacağı için nesih iddiasına katılmıyoruz.
İkinci yoruma göre evli kadın iffetli olmakla beraber hak hukuk ve sınır tanımaz bir tutum içine girerse (nüşûz) bu âyet kocaya, yaptığı masrafın ve ödediği mehrin bir kısmını almak üzere sıkıştırma, rahatsız etme hakkı vermektedir. Bakara sûresinin 229. âyetinde geçen “karı ve koca Allah’ın koyduğu sınırlara riayet etme, karşılıklı hakları koruma konusunda başarısız olmaktan korkarlarsa kadının bir miktar malî fedakârlıkta bulunması ile evlilik hayatını sona erdirmeleri”nin bundan farkı, onun karşılıklı rızâya, bunun ise kocanın sıkıştırmasına bağlı bulunmasıdır.
“Onlarla iyi geçinin” şeklinde tercüme edilen kısım lafza daha bağlı kalınarak “Onlara karşı mâruf çerçevesinde davranın” diye de çevrilebilir. Ma‘rûf “toplum tarafından bilinen, kabul edilen, hoş karşılanan, dine göre de meşrû ve makbul olan davranışlar”dır. Evlilik birliği içinde erkeklerin ve kadınların karşılıklı hakları ve yükümlülükleri vardır. Bu hak ve yükümlülüklerin bir kısmı Kur’an ve sahih sünnet tarafından ortaya konmuştur, bir kısmı ise toplumun örfüne, âdetine ve ahlâkına bağlı ve dayalı olarak belirlenmektedir. İslâm öncesi Arap toplumunun örf ve âdetleri arasında bulunan ve kadınlara karşı haksızlıklar ihtiva eden anlayış ve uygulamalar naslarla kaldırılmış; bunların yerine, kadını ve erkeğiyle insan haysiyet ve şerefine uygun olan hükümler getirilmiştir. İslâm’ın dinî, ahlâkî ve sosyal hayatta gerçekleştirdiği inkılâba uygun olarak oluşan fıkıh ve ahlâk kurallarıyla ümmetin örfü, âdeti evlilik birliğine de hâkim olmuş, erkekler ve kadınlar birbirlerine karşı bu kurallar çerçevesinde davranmışlar, ilişkilerini buna göre yürütmüşlerdir.
Erkeklerin kadınlara karşı kötü davranışları (mâruf çerçevesini aşan muameleleri) her zaman kadınların kusurundan kaynaklanmaz. Erkeklerin kötü huylu olmaları, başka kadınlara meyletmeleri, zaman içinde eşlerinden soğumaları, hatta onlardan nefret eder hale gelmeleri gibi sebepler de onları kötü davranışa itebilir; bu âmillerin etkisiyle erkekler, kadınlarını boşamaya, evlilik hayatına son vermeye karar verebilirler. Bu durumda Kur’an-ı Kerîm’in tavsiyesi erkeklerin acele etmemeleri, duygularını kontrol etmeleri; duyguya dayalı isteklerin her zaman insanlar için hayırlı sonuçlar doğurmadığını, istenmediği halde yapılan veya katlanılan şeylerin de bazan insan hakkında hayırlı olduğunu düşünmeleri, bu kabilden tecrübeleri hatırlamaları, evlilik hayatını ve bu hayat içinde iyilik ve adaletten ayrılmama çizgisini ellerinden geldiğince korumaya çalışmalarıdır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 36-38
 
Nisâ Suresi - 20-21 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَاِنْ اَرَدْتُمُ اسْتِبْدَالَ زَوْجٍ مَكَانَ زَوْجٍۙ وَاٰتَيْتُمْ اِحْدٰيهُنَّ قِنْطَاراً فَلَا تَأْخُذُوا مِنْهُ شَيْـٔاًؕ اَتَأْخُذُونَهُ بُهْتَاناً وَاِثْماً مُبٖيناً
    ﴿٢٠﴾
  • وَكَيْفَ تَأْخُذُونَهُ وَقَدْ اَفْضٰى بَعْضُكُمْ اِلٰى بَعْضٍ وَاَخَذْنَ مِنْكُمْ مٖيثَاقاً غَلٖيظاً
    ﴿٢١﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾20﴿
Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayın. Siz onu, iftira ederek ve apaçık günah işleyerek mi geri alacaksınız?

﴾21﴿
Birbirinizle beraber olduğunuz halde, üstelik onlar sizden sapasağlam bir söz de almışken onu geri mi alacaksınız?

Tefsir (Kur'an Yolu)​


İslâm’dan önce, kadının kusuru bulunmadığı halde ondan ayrılmak ve bir başka kadınla evlenmek isteyen erkekler bir yolunu bulup ödedikleri mehri de geri almak isterlerdi. Bu durumda kadın hem eşini, yuvasını ve maişetini hem de bir süre geçimine medar olacak mehrini kaybetmiş olurdu. Erkeklerin bu amaçlarına ulaşabilmek için kullandıkları yollardan biri de kadına iftira atmak, onu birtakım kötü huy ve davranışlar içinde göstermekti. Kadınlar bu tehdit karşısında yılar, böyle bir lekeden kurtulabilmek için mehirlerini geri vermeye razı olurlardı. İslâm, bu zalimce davranışları yasaklamış, evlenme akdini “ağır sorumluluklar yükleyen bir ahid, sapasağlam bir sözleşme” olarak nitelemiş, evlilik birliği içinde geçen güzel günlerin hâtırasını kirletmenin çirkinliğine işaret etmiştir.
“Yüklerle mehir vermiş olsanız dahi” ifadesindeki “yüklerle” kelimesi, âyette geçen kıntâr kelimesinin karşılığı olarak seçilmiştir. Arapça’da kıntâr, Türkçemiz’deki “çuvalla altın, bir çuval altın” deyiminde olduğu gibi çokluktan kinayedir. Kelimenin lugat mânaları arasında “bir öküzün derisi dolusunca” mânası da vardır. Tefsirci ve fıkıhçılar, “Kur’an-ı Kerîm’de, câiz olmayan bir şey örnek olarak da zikredilmez” kaidesinden yola çıkarak ve bu âyete dayanarak kadınlara verilecek mehrin üst sınırının bulunmadığını ileri sürmüştür. Gerçi Hz. Peygamber mehir konusunda aşırı gidilmemesini istemişlerdir, fakat bu bir tavsiyeden ibarettir ve imkânı olanların çok mehir vermelerine engel değildir. İnsanların bu izni kötüye kullanmaları ve mehir ödeme konusunda âdeta yarışa girmeleri yoksulların evlenmelerini güçleştirdiği için Hz. Ömer, mehrin üst sınırını 400 dirhem (1280 gram) gümüş olarak belirlemiş, mescidde minbere çıkarak bu kararını açıklamıştı. Bunu işiten Kureyşli bir kadın mescide gelip halifeye itiraz etmiş, aralarında şu konuşma cereyan etmiştir:
– Ey müminlerin emîri! Allah’ın kitabı mı yoksa senin emrin mi uygulama önceliğine sahiptir?
– Tabii ki Allah’ın kitabı, niçin bunu soruyorsun?
– Sen biraz önce insanların fazla mehir ödemelerini yasakladın, halbuki Allah Teâlâ kitabında “... Onlardan birine yüklerle (çuvalla altın) mehir vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayın” buyurmaktadır.
Bunun üzerine Hz. Ömer, “Herkes Ömer’den daha bilgili”; bir başka rivayette “Doğru düşünen ve söyleyen bir kadın, hata eden bir başkan, Allah yardımcımız olsun!” demiş; ardından tekrar minbere çıkarak mesciddekilere şunları söylemiştir: “Sizi, kadınlara mehir verme konusunda aşırı gitmekten menetmiştim. Herkes kendi malında dilediğini yapsın, serbestsiniz” (İbn Hacer, el-Metâlibü’l-âliye, II, 4-5; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VI, 180).
Bu olay, yalnızca kadınlara verilecek mehrin üst sınırının belirlenmesi konusunda değil, İslâm’ın ilk yıllarında cemiyet içinde kadının konumu, rolü ve hakları konusunda da önemli ipuçları vermektedir.




Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 38-39
 
Nisâ Suresi - 22-23 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَلَا تَنْكِحُوا مَا نَكَحَ اٰبَٓاؤُ۬كُمْ مِنَ النِّسَٓاءِ اِلَّا مَا قَدْ سَلَفَؕ اِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةً وَمَقْتاًؕ وَسَٓاءَ سَبٖيلاًࣖ
    ﴿٢٢﴾
  • حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ اُمَّهَاتُكُمْ وَبَنَاتُكُمْ وَاَخَوَاتُكُمْ وَعَمَّاتُكُمْ وَخَالَاتُكُمْ وَبَنَاتُ الْاَخِ وَبَنَاتُ الْاُخْتِ وَاُمَّهَاتُكُمُ الّٰتٖٓي اَرْضَعْنَكُمْ وَاَخَوَاتُكُمْ مِنَ الرَّضَاعَةِ وَاُمَّهَاتُ نِسَٓائِكُمْ وَرَبَٓائِبُكُمُ الّٰتٖي فٖي حُجُورِكُمْ مِنْ نِسَٓائِكُمُ الّٰتٖي دَخَلْتُمْ بِهِنَّؗ فَاِنْ لَمْ تَكُونُوا دَخَلْتُمْ بِهِنَّ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْؗ وَحَلَٓائِلُ اَبْنَٓائِكُمُ الَّذٖينَ مِنْ اَصْلَابِكُمْۙ وَاَنْ تَجْمَعُوا بَيْنَ الْاُخْتَيْنِ اِلَّا مَا قَدْ سَلَفَؕ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ غَفُوراً رَحٖيماًۙ
    ﴿٢٣﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾22﴿
Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın nikâhladığı kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir edepsizliktir, iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur.

﴾23﴿
Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşin kızları, kız kardeşin kızları, sizi emziren anneleriniz, sütbacılarınız, eşlerinizin anneleri, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. Eğer onlarla birleşmiş değilseniz (nikâh ortadan kalktığında) kızlarını almanızda size bir sakınca yoktur. Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı; ancak geçen geçmiştir, Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Buradan itibaren üç âyette evlenme mânileri açıklanmaktadır. Hemen bütün dinlerde ve beşerî hukuklarda belli derecelerdeki yakınlar arasında evlenme yasaklanmış, bu yakınlık tarafların evlenmelerine mâni olarak değerlendirilmiştir. İslâm’a göre evlenme mânileri bu âyetler yanında sünnet ve icmâ kaynaklarına da dayanmış, bu kaynaklardaki açıklamalarla –aralarında evlenme akdi yapılması câiz olmayanlar listesi– tamamlanmıştır. Buna göre erkeklerin evlenmeleri haram kılınan kadınları (muharremât) şu sınıflarda toplamak mümkündür:
1. Usul (üst soy hısımları). Anne ile anne ve baba tarafından bütün nineler.
2. Fürû (alt soy hısımları). Kızlar ile kız ve oğul tarafından bütün kız torunlar.
3. Belli derecedeki yan hısımlar. İster ana-baba bir olsun, ister yalnızca anadan veya babadan olsun kız kardeşler, halalar ve teyzeler, kız yeğenler.
4. Belli derecedeki süt yakınları. Bir çocuk bir kadından süt emince kadın sütannesi, kadının kocası sütbabası olur ve 1, 2, 3. maddelerde sayılan soy hısımları düzeyindeki süt hısımları ile evlenemez. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre eşinin süt usulü ve fürûu ile, süt usulünün ve fürûnun eşleri de bu kapsamdadır.
5. Belli derecedeki sıhri yakınlar. Evlenme ile oluşan hısımlık (musâhere, kayın hısımlığı) sebebiyle yasaklananlar ikiye ayrılmaktadır: a) Devamlı haram olanlar. Cinsî temas yapılmamış olsa dahi nikâh yapılan zevcenin annesi (kayınvâlide) ve onun annesi... Nikâhtan sonra cinsî temas da yapılmış olan zevcenin –daha önceki kocasından olma– kızları ve bunların kızları... Oğulların ve torunların eşleri (gelinler) ve babaların eşleri (üvey anneler). b) Geçici olarak haram olanlar. Zevcenin belli derecedeki yakınlarını ikinci eş olarak almak. Bu yakınlığın sınırı şöyle tesbit edilmiştir: Zevcenin yakını olan kadının erkek olduğu var sayıldığında birbiriyle evlenmeleri –akrabalık dolayısıyla– câiz değilse bu iki kadını bir arada nikâhlamak da câiz değildir.
6. Başkalarının nikâhı altında bulunan (fiilen ayrı yaşasalar bile kocala-rının veya hakemlerin ve hâkimin boşamadığı, ayırmadığı) kadınlar.
19. âyette kadınlara zorla vâris olmak yasaklanırken babaların eşleriyle (üvey analar) –onlar istemediği halde– evlenmek de yasaklanmıştı. Bu âyette konuya açıklık getirilmiş ve taraflar istese bile üvey analarla evlenmenin yasak olduğu bildirilmiştir.
Akrabalığın ve hısımlığın evlenmeye engel olması kaide olarak bütün dinlerde, hukuk ve ahlâk sistemlerinde vardır. Sınırların geniş veya dar tutulması bu sistemlerin oturduğu temel inanca, felsefeye, sistemin insan fıtratı ve tabiatıyla ilişkisine, fuhuş anlayışına ve aileye verdiği öneme bağlı olmuştur. İslâm’a göre cemiyetin çekirdeği ailedir, bu sebeple ailenin ilgi ve dayanışma açısından geniş tutulması öngörülmüştür. Bu geniş aile çerçevesi içinde bir kısım fertlerin birbiriyle ilişkisi ve birlikteliği daha çok olacaktır. Farklı cinsten iki ferdin çeşitli durumlarda bir arada olmaları şehvet içgüdüsünün harekete geçmesine, meşrû olmayan cinsî ilişkilerin vukuuna sebep olabilecektir. Bu olumsuz gelişmeyi engellemek üzere –aile fertlerinin birlikteliğini sınırlamak yerine– cinsî ilişkinin evlenmek suretiyle olması dahi yasaklanmış; böylece birbirlerine, geleceğe yönelik, muhtemel karı-koca olarak bakmaları ihtimali de ortadan kaldırılmıştır.
“Babalarınızın nikâhladığı kadınlarla evlenmeyin” cümlesinde geçen “nikâhladığı” kelimesinden evlenme akdi mi, yoksa cinsî temas mı kastediliyor? Bu soruya iki cevap verilmiştir: a) Evlenme akdi, b) hem evlenme akdi hem de –evlenme akdi bulunmadan– cinsî temas; yani zina.
İkinci cevabı benimseyenlere göre babaların nikâhladığı, evlendiği kadınlarla (üvey analar) evlenmek de, babaların zina ettiği kadınlarla evlenmek de haramdır. Başka bir deyişle zina da “evlenme mânii” oluşturur; babanın zina ettiği kadın, oğulun üvey anası gibi olur ve onunla evlenmesi câiz olmaz.
Şâfiî, (bir rivayette) Mâlik, İbn Abbas, Zührî, Leys b. Sa‘d gibi “Burada nikâhtan maksat evlenme akdidir” diyenlere göre zina, evlenme engeli oluşturmaz, babanın zina ettiği kadınla oğulun evlenmesi câiz olur.
Sütanne, sütbaba (sütannenin çocuğunu doğurduğu ve bu doğumdan gelen sütü ile süt çocuğunu emzirdiği sırada evli bulunduğu kocası), sütkardeşler ve diğer bazı süthısımlarının –evlenmenin yasak olması bakımından– öz anne ve akraba gibi olmaları ilgili âyet ve hadislerle sabit olmuş, İslâm’a mahsus bir anlayış ve hükümdür. Çocuğun tabii olarak başka bir gıda ile beslenip gelişemediği bir çağında (ilk iki yaş) onu emziren kadın, tıpkı doğuran ana gibi çocuğun hayatının idamesini sağlamakta yani Allah Teâlâ çocuğun hayatının devamına sütanneyi vasıta kılmaktadır. Bu bakımdan emziren kadın anne kabul edilmiş, onunla ve bir kısım yakınlarıyla emen çocuğun evlenmesi haram kılınmıştır. Yine bu sebepledir ki, bazı âlimlere göre ilk iki yaşı içinde bile çocuk sütten kesilir, başka gıdalarla beslenir hale gelirse bundan sonra –henüz iki yaş dolmadığı halde– emzirme haram kılıcı olmaz (İbn Âşûr, IV, 297).
Müctehid ve müfessirlerin çoğuna göre haram kılan emzirmenin çağı çocuğun ilk iki yaşı ile sınırlıdır (Bakara 2/233). Buna karşılık, sahâbeden Hz. Âişe, müctehidlerden Leys b. Sa‘d gibi bazı âlimler, Hz. Peygamber’in bazı tasarruflarına bakarak bu konuda yaş sınırı bulunmadığı ve hangi yaşta olursa olsun emzirmenin evlenmeyi haram kılacağı kanaatine ulaşmışlardır. Peygamber’in diğer hanımları (ümmehâtü’l-mü’minîn) ve müctehidlerin çoğunluğu ise haklı olarak, bu konudaki uygulamaların özel ve geçici bir izin olduğu, başkalarına teşmil edilemeyeceği görüşünü benimsemişlerdir.
Müctehidlerin çoğuna göre iki yaşını doldurmamış çocuğun midesine inen bir yudum süt dahi “süthısımlığı” ilişkisi için yeterlidir. Bazı rivayetlere dayanarak bunu beş doyumluk emmeye kadar çıkaranlar olmuştur (Müslim, “Radâ‘”, 26-32; Ebû Dâvûd, “Radâ‘”, 9-11; bu konuda geniş bilgi için bk. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1985, II, 78-92).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 41-42
 
Nisâ Suresi - 24 . Ayet Tefsiri

Ayet​


  • وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ النِّسَٓاءِ اِلَّا مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْۚ كِتَابَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْؗ وَاُحِلَّ لَكُمْ مَا وَرَٓاءَ ذٰلِكُمْ اَنْ تَبْتَغُوا بِاَمْوَالِكُمْ مُحْصِنٖينَ غَيْرَ مُسَافِحٖينَؕ فَمَا اسْتَمْتَعْتُمْ بِهٖ مِنْهُنَّ فَاٰتُوهُنَّ اُجُورَهُنَّ فَرٖيضَةًؕ وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فٖيمَا تَرَاضَيْتُمْ بِهٖ مِنْ بَعْدِ الْفَرٖيضَةِؕ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلٖيماً حَكٖيماً
    ﴿٢٤﴾

Meal (Kur'an Yolu)​


﴾24﴿
Elinizin altında bulunan câriyeler müstesna, evli kadınlar da size haram kılındı; Allah’ın size emri budur. Bunlardan başkasını, iffetli yaşamak ve zina etmemek kaydıyla, mallarınızla (mehir vecibesini göz ardı etmeden) istemeniz size helâl kılındı. Onlardan karı-koca ilişkisi yaşadıklarınıza kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.

Tefsir (Kur'an Yolu)​


Bu âyette geçen muhsanât, muhsınîn kelimeleri “menetmek, engellemek” mânasına gelen ihsân masdarından gelmektedir. Âyetlerde ihsan kelimesi kadınlar için “evli olmak, iffetli olmak, hür olmak” mânalarında kullanılmıştır. Her üç durum da kadını, zinadan koruduğu için bu mânalar, kökteki “engellemek” mânasıyla ilgili bulunmaktadır. Hangi âyette bu üç mânadan hangisinin kastedildiği karînelerle bilinecektir.
Evlenme mânileri sayılırken zikredilen “muhsan kadınlar”dan maksat evli kadınlardır. Bu âyetle –Câhiliye devrinde bazı durumlarda câiz görülen– birden fazla erkekle evli olma âdeti kaldırılmış, bir kadının ancak bir erkeğin nikâhı altında bulunabileceği ve yalnızca onunla karı-koca hayatı yaşayabileceği hükmü getirilmiştir; yani İslâm’da çok kocalılık câiz değildir.
“Ellerinizin altında olanlar müstesna” cümlesiyle câriyelerin kastedildiği noktasında görüş birliği vardır. Köleliğin yaygın biçimde uygulandığı eski toplumlarda varlığı kaçınılmaz olan efendinin câriyesiyle cinsel ilişkisi (istifrâş) konusu, İslâm âlimlerince –kölelik statüsünün realiteleri, nesep hükümleri ve İslâmiyet’in köleliği azaltma ve tedricen ortadan kaldırma hedefi ışığında– belirli kurallara bağlanmaya çalışılmıştır (bu konuda bilgi için bk. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 384; İbn Âşûr, V, 6 vd.; M. Akif Aydın-Muhammed Hamîdullah, “Köle”, DİA, XXVI, 237-246).
İslâm’ın geçmişten devraldığı ve zaman içinde ortadan kaldırmayı hedeflediği kölelik sistemine ait bulunan bu hükümler tarihe intikal etmiştir.
Yukarılarda sayılan “evlenilmesi yasak” kimseler dışında kalanlarla evlenmenin câiz olduğunu bildiren cümle, daha sonra gelen “zevcenin üzerine teyzesi veya halasını almanın yasaklanması, haram kılan sütün –doğumdan hısımlık ölçüsünde– genişletilmesi” gibi bazı hadislerdeki açıklamalarla, ayrıca zina eden kadınla ve erkekle evlenmeyi meneden (Nûr 24/3), mümin kadının gayri müslim erkekle evlenmesini yasaklayan naslarla sınırlandırılmıştır (bk. Bakara 2/221; Mümtehine 60/10).
“Bunlardan başkasını, iffetli yaşamak ve zina etmemek kaydıyla, mallarınızla (mehir vecibesini gözardı etmeden) istemeniz size helâl kılındı” diye çevirdiğimiz cümlede geçen “muhsın”ı, meâlinde olduğu gibi “namuslu, iffetli” mânasında anlamak gerekir, “nikâh yapmak şartıyla” şeklinde anlamak doğru değildir. Çünkü kişinin kendi câriyesiyle nikâh yapma mecburiyeti yoktur, ayrıca “gayra müsâfihîn” (zinaya sapmaksızın) kaydı da bu mânaya karîne olmaktadır.
24. âyetteki “Onlarla karı-koca ilişkisi yaşamanıza karşılık...” anlamındaki kısımda yeralan “istimtâ” kelimesi, faydalanma anlamındaki “müt‘a” kökünden gelmektedir. Şîa’nın Ca‘feriyye kolunda halen uygulanan bir nikâhın, yani belirli bir süre ile sınırlı evlenmenin adı da “müt‘a nikâhı”dır (Tabâtabâî, IV, 290 vd.); İslâmın ilk yıllarında dönemin şartlarına göre ihtiyaç bulunduğu için müt‘a nikahına bir müddet müsaade edildiği konusunda ittifak vardır. Ehl-i Sünnet alimlerinin büyük çoğunluğu bu nikahın ebedî olarak yasaklandığı hükmünü benimsemişlerdir (Müt‘a nikâhı hakkında geniş bilgi için bk. İbrahim Kâfi Dönmez, “Müt‘a”, DİA, XXXII, 174-180).






Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 43-45
 
Geri
Üst